27 May 2009

PADİŞAHIN İKİ KÖLEYİ SINAMASI



Hikaye 34 Cilt 2


Bir padişah ucuza iki köle satın aldı. Onlardan birisiyle bir iki söz konuştu. Köleyi anlayışlı, zeki ve tatlı sözlü buldu. Zaten şeker gibi dudaktan ancak şeker şerbeti zuhur eder. Ademoğlu dilinin altında gizlidir. Bu dil, can kapısına perdedir. Bir rüzgar esti de kapıyı kaldırdı mı evin içinde ne varsa görürüz.

O evde inci mi var, buğday mı altın hazinesi mi var, yoksa yılan akreple mi dolu? Yoksa içerde hazinemi var da kapısında yılan beklemekte? Çünkü altın hazinesi bekçisiz olmaz. Köle, düşünmeden öyle söz söylemekteydi ki başkaları beş yüz defa düşünür de ancak öyle bir söz söyleyebilir.

Sanki içinde deniz var, deniz de baştanbaşa söyleyen incilerle dolu. Ondan parlayan her incinin nuru, Hak ile Batılı ayırır. Kuran’ın Nuru da Hak ile Batılı zerre,zerre fark eder, bize gösterir. O incinin nuru, gözümüzün nuru olsaydı suali de biz sorardık,cevabı da biz verirdik. Gözünü eğrilttin de onun için ayı iki gördün. İşte bu bakış, şüpheye düşüp sual sormaya benzer.

Gözünü doğrult da aya öyle bak ki tek göresin. İşte cevabı da bu! Düşünceni doğrult, iyi bak. Çünkü düşünce de o incinin pırıltılarındandır. Kulaktan gönüle doğan her cevaba göz; onu bırak, cevabı benden duy der. Kulak vasıtadır, vuslata erense göz; Göz hal sahibidir, Kulaksa dedikoduda!

Kulağın duygusu sıfatları tebdil eder, halbuki gözlerin apaçık görgüsü, mahiyetleri bile değiştirir. Ateşin varlığını sözle bildin, bu varlığa sözle yakin hasıl ettinse pişmeyi iste, sözde kalma. Yanmadıkça o bilgi,aynel yakin değildir. Bu ya kini istiyorsan ateşe dal. Kulak hakikate nüfuz ederse göz kesilir. Yoksa söz kulakta kalır, gönüle tesir etmez. Bu sözün sonu gelmez. Geri dön de padişah o kölelere ne yaptı,onu anlat.

Padişah o köleciği zeki görünce öbürüne “beri gel”diye emretti. Buradaki sevgiye ve acımaya delalet eden “ceğiz” eki küçültme, horlama için değildir. Nitekim ana oğula “yavrucuğum” derse bu horlama sayılmaz. İkinci köle padişahın huzuruna geldi. Ağzı kokuyordu,dişleri de kapkaraydı. Padişah, onun sözünden pek hoşlanmadı ama nesi var, nesi yok diye sırlarını aramaya koyuldu.

“ Bu şekilde, bu pis kokulu ağzıyla biraz ötede otur; fakat o kadar da ileri gitme. Çünkü seninle uzaktan konuşmak gerek. Benimle düşüp kalkamazsın, benimle bir yerde oturamazsın. Biraz ötede dur da senin o ağzını bir tedavi edelim. Sen güzelsin. Ben hünerli bir doktorum. Bir pire için yepyeni bir kilim yakılmaz ya. Sana da büsbütün göz yummak doğru değil. Bütün ayıplarınla beraber otur, iki üç hikaye söyle de aklın nasıl bir göreyim dedi.

O zeki köleyi de “ Haydi git yıkanıp arın” diye hamama yolladı. Huzurundaki köleye “Aferin sen akıllı bir adamsın, Hakikatte yüz köle değersin, bir değil. Kapı yoldaşın, hakkında kötü şeyler söyledi, fakat sen hiç de öyle değilsin. O hasetçi herif, az kalsın bizi senden soğutuyordu. Senin hakkında, hırsızdır, doğru adam değildir, münasebetsiz hareketlerde bulunur, ahlaksızdır, lanettir,şöyledir, böyledir demişti.” Dedi.

Köle dedi ki: “ O daima doğru söyler. Onun gibi doğru sözlü adam görmedim. Doğru söyleme yaradılışında vardır. Ne dese, aslı yok diyemem. O iyi düşünceli adamı ben körü bilmem, kusuru üstüme alırım doğrusu. Padişahım, olabilir ki o bende bazı ayıplar görmüştür de ben onları kendimde görememişimdir. Herkes önce kendi kusurunu görseydi halini ıslah etmekten gaflet eder miydi? Halk kendisisinden gafildir babam gafil. Onun için birbirlerinin kusurlarını görürler.

Ben kendi yüzümü göremem de senin yüzünü görürüm; sen de benim yüzümü görürsün. Kendi yüzünü görmeye muktedir olanın nuru, halkın nurundan artıktır. O ölse bile nuru bakidir. Çünkü görüşü, Tanrı görüşüdür. Kendi yüzünü, gözünün önünde apaçık bir surette gören nur, bildiğimiz nur değildir. Padişah “Şimdi o senin ayıplarını söylediğin gibi sen de onun ayıplarını söyle, Ki benim dostum olduğunu, memleketimde emin bir vekilim bulunduğunu ve beni sevdiğini bileyim” dedi.

Köle dedi ki; “Padişahım, o benim iyi bir kapı yoldaşımsa da kusurlarını söyleyeyim: Kusuru. Sevgi, vefa, insanlık, doğruluk, zeka ve dostluktur. En ehemmiyetsiz kusuru cömertlik, düşkünlere yardım etmektir. Ama nasıl cömertlik? Canını da verir. Tanrı bu can bağışlamaya karşılık yüz binlerce can ihsan eder. Bunu görmeyen kişi nasıl cömert olabilir? Eğer görseydin nasıl olur da can vermeden çekinir, bir can için bu kadar tasalanırdın? Su kenarındayken suyu sakınan, esirgeyen, ancak ırmağı görmeyendir.

Peygamber “Kıyamet gününde verilecek karşılığı yakinen bilen, Bire on karşılık verileceğini anlayan kişinin cömertliği artıp durur, bu çeşit adam, türlü, türlü cömertlikler icabeder.” Dedi. Cömertlik bütün karşılıkları görmedir. Şu halde karşılığı görüş, korkunun zıddıdır. Nekeslik de karşılıkları görmedir. İnciyi görmek, denize dalan dalgıcı sevindirir.

Eğer cömertliğe karşılık verilecek olan şeyleri herkes görseydi dünyada kimse nekes olamazdı. Çünkü hiçbir kimse karşılıksız bir şey bağışlamaz. Şu halde cömertlik gözden gelir, elden değil. İşe yarayan görüştür, gözü açıktan başkası kurtulamaz. Arkadaşımın bir kusuru da kendisini görmemesidir. O, kendisinde kusur arar durur. Kendi ayıbını söyler, kendi ayıbını arar. Herkesi iyi bilir, herkesle dosttur da kendisiyle dost değildir.” Padişah “ Arkadaşını övmede ileri gitme. Onu överken kendini övmeye kalkışma. Çünkü onu imtihana çekersem ilerde utanırsın” dedi.

Köle dedi ki; “ Hüküm ve kudret sahibi, bağışlayan ve acıyan Ulu Tanrıya andolsun

Peygamberleri, ihtiyacı olduğundan değil de fazlından, kereminden gönderen, Aşağılık topraktan, yüce padişahlar yaratan, onları topraktan yaratılmış mahlukatın tabiatlarından arıtan, gök ehlinin derecelerinden üstün kılan, Ateşten saf bir nur yaratıp onunla bütün nurları parlatan, Nurlara doğan nurları aydınlatan nuru yaratan, Adem peygamberin feyz alıp marifete eriştiği aydın ziyayı meydana getiren, Adem’den bitip şiş’in devşirdiği nuru, Adem’in görüp Şis’i yerine halife ettiği nuru.

Nuh’un feyz aldığı, can denizi havasında inciler yağdırdığı nuru halk edene andolsun. İbrahim’in canı o nurlardan Nurlandı da pervasızca ateş şulelerine koştu, ateşe atıldı. İsmail, onun ırmağına düştü de o yüzden parlak bıçağın önüne baş koydu, boyun verdi. Davud’un canı onun şulelerinden hararetlendi de ondan dolayı elinde demir yumuşadı, eridi. Süleyman, onun vuslatından süt emdi de cinler periler onun için fermanına tabi oldular.

Yakup, onun kaza ve kaderine teslim oldu da ondan oğlunun kokusuyla gözü açıldı, aydınlandı. Ay yüzlü Yusuf, o güneşi gördü de rüya tabirinde o kadar uyanık hale geldi. Asa, Musa’nın ellinden su içti de o yüzden Firavununun saltanatını bir lokma etti. Meryem oğlu İsa, merdivenini buldu da dördüncü kat göğün üstüne çıktı. Muhammed, o mülkü, o nimeti buldu da hemencecik ayı ikiye böldü.

Ebubekir, tevfika mazhar oldu da öyle bir padişahın müsahibi oldu, öyle bir padişahı candan tasdik etti. Ömer, o maşuka aşık oldu da gönül gibi hakkı batılı ayırt etti. Osman, o apaçık görüşün ta kendisi oldu da feyizli bir nura nail olup Zinnüreyn oldu. Mürteza, onun yüzünden inciler saçtı da can vadisinde Tanrı aslanı kesildi.

Cüneyd, onun askerinden yardıma nail olunca eriştiği mertebeler sayıdan üstün oldu. Bayezid onun ihsanına yol bulunca Tanrıdan “ Kutbül Arifin” adını duydu. Kerhi, onun harimine bekçi olunca aşk halifesi oldu, nefesleri tanrı nefesi haline geldi. Edhemoğlu, atını sevinçle o tarafa koşturunca adil sultanların sultanı oldu.

Şakik, o ulu yolun meşakkati yüzünden güneş gibi aydınlatıcı bir reye, her şeyi gören bir göze erişti. Daha nice yüz bin gizli Padişahlar var ki o nur aleminde yüceliğe sahiptirler, makamları vardır. Tanrı her yoksul, onların adlarını anmasın diye gayretinden adlarını gizledi. O nura ve denizde balıklar gibi yaşayan nuranilere andolsun. O nura ve denizi,denizin canı desem de layık değil.

O aleme yeni bir ad aramaktayım. O Tanrıya andolsun ki bu da ondandır, o da ondan. İçler, hakikatler, ona nispetle kabuktur, zahirdir. Andolsun o Tanrıya ki kapı yoldaşım ve dostum, bu benim sözlerinden yüz kat daha üstündür. Ardadaşımın evsafından bildiklerimi söyledim, fakat, ey kerem sahibi inanmıyorsun; ne diyeyim.? Padişah dedi ki : “ Şimdi artık kendi halinden bahset. Ne vaktedek şunun, bunun halini anlatacaksın? Söyle bakalım,senin neyin var, ne elde ettin, deniz dibinde ne inciler getirdin?

Ölüm günü, bu duygun kalmaz. Can nurun var mı ki gönlüne yar olsun? Mezarda bu göze toprak dolar. Mezarı aydınlatacak nurun var mı? Bu elin, ayağın gidince canının uçması için kolun kanadın var mı? Bu hayvani can kalmayınca yerine koymak için baki bir cana sahip misin? Şart, iyilik etmek değil, iyilikte gelmek, bu iyiliği Tanrıya götürmektir. İnsanlıktan mı bir cevhere sahipsin, eşeklikten mi? Bu arazlar yok olunca nasıl götüreceksin ki? Bu namaz ve oruç arazlarını Tanrıya nasıl ileteceksin ki? Çünkü araz, iki zaman zarfında baki kalmaz, yok olup gider, bir anlıktır. Arazları götürmeye imkan yoktur. Fakat cevherden hastalıkları giderirler. Bu suretle de cevher, bu hastalık arazlarından kurtulur, değişir. Perhiz yüzünden hastalığın geçmesi gibi. Perhiz arazı, çalışmalarıyla cevher olur; acı ağız perhizle tatlılaşır. Ziraatla topraklar ekinle, başakla dolar. Saç ilacı, örgü, örgü saç bitirir. Kadını nikahlamak arazdı, mahvolup gitti.

Fakat o arazdan bize evlat cevheri meydana geldi. Atı deveyi çiftleştirmek arazdır. Bundan maksat da yavru cevherini elde etmek. Bostan ekmek arazdır, Bostanda biten mahsul cevheridir. Zaten maksat da budur. Kimya ile uğraşmayı da araz bil, eğer o kimyadan bir cevher elde ettiysen onu getir. Aynayı cilalamak da arazdır. Fakat bu arazdan tertemiz bir ayna cevheri meydana gelir. Şu halde “ Ben ibadette bulundum” deme, o arazlardan elde edileni göster, ürkme. Senin o köleyi övmen de arazdır. Sus, koçun gölgesini kurban etmeye kalkışma!”

Köle dedi ki : “Padişahım, araz tebeddül etmez dersen bu söz, akla ancak ümitsizlik verir. Padişahım araz gider de bir daha geri gelmezse bu, kulu ancak meyus eder. Eğer arazlar başka bir şekle tebeddül etmeseydi, başka bir şekle bürünüp var olmasaydı iş batıl olur, sözler manasız bir hale gelirdi; Bu arazlar başka bir varlık suretine bürünüp başrolur. Her şey, neye layıksa o şekle tebeddül eder. Sürünün çobanı, sürüye layık kişidir. Mahşerde her arazın bir sureti vardır,her araz suretinin de bir nöbeti. Kendine bak, sen de araz değil miydin, anandan, babandan hasıl olmadın mı ve bir maksat uğrunda birisiyle eş değil misin?

Evlere köşklere bak. Bunlar mühendisin tasavvura tından ibaretti. Güzel olarak gördüğümüz sofası hoş. Tavanı, kapısı mükemmel olan filan ev ,(mühendisin zihnindeydi) Mühendisin zihnindeki o araz, o düşünce aletleri hazırladı, ormanlardan direkleri getirdi 8ev yapılıp meydana çıktı.) Her hünerin aslı, esası, hayalden,arazdan düşünceden başka nedir ki? Dünyanın bütün cüzülerine, fakat gararsızca bak; arazdan başka bir şeyden meydana gelmemiştir.

Önceki fikir, sonun da fiile gelir. Dünyanın kuruluşunu ezelden beri böyle bil. Meyveler, gönülde evvelce vücuda gelir de sonunda fiile çıkar. İşe girişip de ağaç diktin mi ilk harfi,sonunda okudun demektir. Gerçi dal, yaprak ve kök evveldir ama onların hepside meyve için vücut bulur. Feleklerin dimağı olan o baş da bunun için en sonunda “ Levlak” sırrına mazhar oldu.

Bu sözler arazların nakline ait bahislerdir. Bu aslan ve tuzak, hep bunun içindir. Bütün alem,esasen arazdı. “ Hel Eta” suresi, bu manayı izah için geldi. Bu arazlar neden doğar? Suretlerden. Ya bu suretler neden vücuda gelir? Düşüncelerden. Bu cihan, Akl-ı Küll’ün bir düşüncesinden ibarettir. Akıl, padişaha benzer, suretler de peygamberlere. İlk alem, imtihan alemidir.

İkinci alem şunun bunun yaptıklarının mükafat ve mücazatını görme alemidir. Padişahım, kulun hain olsa o araz yani hainliği, zincir ve zindan olmakta. Yerinde ve değerinde bir hizmette bulunsa, savaşta bir yararlık gösterse o araz da bir hil’at şeklinde temessül etmekte. Bu arazla cevher kuşla yumurtadır; bu ondan olmakta, o bundan doğmakta

Padişah, köleye “ Tut ki dediklerin doğru, hepsini kabul ettim. Fakat arazlardan bir cevher doğmadı ki” dedi. Köle “ Bu iyi ve kötü dünyası, gayp alemi haline gelsin,iyilik ve fenalık apaçık bilinmesin diye akıl onları gizlemiştir. Çünkü fikrin şekil ve suretleri meydana çıksaydı kafir ve mümin,yalnız Tanrıyı zikreder, başka bir söz söyleyemezdi. Eğer iyilik ve kötülükten meydana gelen suretler gizli olmayıp da meydana bulunsaydı küfür ve iman,apaçık meydana çıkar,aklında yazılırdı. O takdirde nasıl olurdu da bu alemde put kalır, puta tapan bulunurdu?

Nasıl olur da kimsenin kimseyle alay etmeye mecali kalırdı.? O vakit bu dünyamız kıymet kesilirdi. Kıyamette kim suç işleyebilir” dedi. Padişah “ Tanrı bütün mücazatı gizledi, gizledi ama avamdan gizledi, kendi haslarından değil. Ben bir emiri tuzağa düşürmek dilersem emirlerden gizlerim, fakat vezirden gizlemem.

Hak bana işlerin mükafat ve münacazaatını, amellerden yüz binlerce sinin büründüğü suretleri gösterdi. Ben bilirim ama sen de bir nişane ver. Ay, bulurla örtülse de bana gizli değildir” dedi. Köle madem ki olanı ,biteni olduğu gibi biliyorsun; beni söyletmeden kastın ne? Deyince. Padişah “ Dünyayı izhar etmekteki hikmet, Tanının ilmindekileri izhar etmektir. Bildiğini izhar etmedikçe alemdeki zahmet ve meşakkatleri belirtmez.

Senden bir kötülük yahut iyilik meydana gelmeksizin hatta bir an bile duramazsın. Bu amelleri izhar etme zarureti, sırrının, açığa çıkması içindir. Nasıl olur da ipliğin ucunu gönlün çekip durduğu halde iplik eğirme aletine benzeyen tenin işlemez? Tasalanman, dertlenmen; gönlünün o çekişine, isteğine alamettir.

O işi yapmamak da sana açıkça can çekişmedir, ölümdür. Bu alem de daimi olarak doğurur, o alem de. Her sebep anadır, eser çocuğunu meydana getirir. Eser doğdu mu ondan da şaşılacak sebepler doğması için sebep hakline gelir. Bu sebepler, nesilden nesli yürür gider. Fakat görmek için adamakıllı aydın bir göz lazım dedi” dedi. Padişah, onunla konuşurken söz buraya gelince o köleden bir alamet gördü mü , görmedi mi? Bilmem.

Hakikati arayan o padişahın, köleden bir nişan, bir alamet görmesi, hiç de umulmayacak bir şey değil. Fakat gördüğünü söylemek için bize izin yok. Öbür köle hamamdan gelince padişah, onu da huzuruna çağırdı. “Sıhhatler olsun,daimi afiyetler olsun. Ne de latif, ne de zarif, ne de güzelsin. Yazık, öbür kölenin söyleyip durduğu kötü huyların da olmasa ne olurdu?

O zaman yüzünü gören neşeye dalardı. Seni görmek, cihana malik olmaya değerdi” dedi. Köle dedi ki: “ padişahım, o dinsizin hakkımda söylediklerini bir parçacık anlat!” Padişah “ Önce iki yüzlülüğünü anlattı. Ona göre sen görünüşte bir deva, fakat haki katta bir dertmişsin”dedi.

Köle, dostunun kötülüğünü bu suretle padişahtan duyunca derhal, kızgınlık denizi köpürdü. Ağzı köpüklendi, yüzü kızardı, onun aleyhinde bulunma dalgasına düştü, bu dalgalar, hadden aştı. Dedi ki : “ o evvelce benimle dost tu. Kıtlıkta kalmış köpek gibi hayli pislik yemişti.” Çan gibi durmadan onun aleyhinde bulunmaya başlayınca padişah, elini ağzına götürüp “ kafi” dedi. “ Bu sımamayla onu da anladım, seni de. Senin canın kokmuş onun ağzı. Ey kokuşuk canlı, uzak otur. O amir olsun, sen onun memuru ol!”

Ulular bunun için “ Dünyada insanın rahatı, dilini korumasındandır” dediler. “ riya ile tespih, külhanda biten yeşilliğe benzer” mealinde bir hadis vardır, bunu böyle bil ey ulu kişi! Güzel ve iyi suret, bil ki kötü huyla beraber olunca bir kalp akça bile değmez! Bil ki zahiri suret yok olur, fakat mana alemi ebedidir, kalır. Testinin suretiyle ne vaktedek oynayıp duracaksın? Testinin nakşından geç, ırmağa suya yürü. Suretini gördün ama manadan gafilsin. Akıllıysan sedeften bir inci seç, çıkar. Alemdeki bu sedefe benzeyen kalıpların hepsi can denizinden diriyse de, Her sedefte inci bulunmaz, gözünü aç da her birinin içine bak1 Onda ne var bunda ne var? Onu anla çünkü o değerli inci nadir bulunur.

Surete talip olursan (bu şuna benzer) bir dağ, görünüşte büyüklük bakımından lalin yüzlerce mislidir. Senin elin, ayağın,saçın, sakalın da gözünden yüzlerce defa daha büyüktür. Fakat iki gözün, bütün azadan daha kıymetli olduğu meydandadır. Gönlüne gelen bir tek düşünce yüzünden de yüzlerce cihan, bir anda baş aşağı devrilir gider. Padişahın cismi, surette birdir ama yüz binlerce asker, arkasından koşar.

Fakat o tertemiz padişahın şekli ve sureti de gizli bir fikre mahkumdur. Gör ki bu sayısız halk, bir tefekkür yüzünden yeryüzünde akıp giden sel gibidir. Halk, o düşünceyi küçük ve ehemmiyetsiz görür ama sel gibi cihanı suya boğar ,alıp götürür.

Alem de her hünerin fikirle kaim olduğunu, Evlerin, köşklerin, şehirlerin,dağların, sahraların, nehirlerin hep onda meydana geldiğini, Denizdeki balığın denizin vücuduyla yaşadığı gibi yerin de denizin de, güneşin de, göğün de fikirle diri bulunduğunu madem ki görmektesin. Neden kör gibisin, neden ahmaklık ediyorsun, neden sence ten Süleyman gibi oluyor da fikir karınca gibi?

Gözüne dağ, büyük görünüyor da fikri fare gibi küçük, dağı kurt gibi büyük sanıyorsun. Alem, gözünde pek korkunç, pek büyük görünmekte. Buluttan, gökten,gök gürlemesinden ürküp korkuyor,tir, tir titriyorsun. Halbuki ey eşekten aşağı kişi, fikir aleminden emin ve gafilsin, bir taş gibi o, cihandan haberin yok!

Çünkü suretten ibaretsin, akıldan nasibin yok. İnsan huylu değilsin, bir eşek sıpasısın! Bilgisizlikten gölgeyi adam görüyorsun da insan o yüzden sence bir oyuncaktan ibaret, değersiz bir şey. O fikir, o hayal örtüsüz bir surette kol kanat açıncaya kadar dur.

O zaman dağları yumuşak pamuk gibi görürsün, bir de bakarsın ki bu soğuk, sıcak yeryüzü yok oluvermiş! O zaman ezeli ve ebedi hayata ve muhabbete sahip olan Tanrından başka ne göğü görürsün ne yıldızı! Bir misal, ister doğru olsun, ister yanlış doğrulukları aydınlatsın da.

Padişah, lütfüyle bir köleyi bütün adamların içinden seçmiş, onlardan üstün etmişti. Elbisesinin pahası, kırk emirin maaşına bedeldi. Onun kazandığı kadir ve kıymetin onda birini, hatta yüz vezir bile görmemişti. Talihin yaverliği, bahtının müsait oluşu yüzünden yücelmiş, adeta bir Eyaz olmuştu.

Padişah da sanki zamanın Mahmut’uydu. Ruhu padişahın ruhîyle birdi. Bu ten aleminden önce de o iki ruh, birbirine eş olmuş, birbirine aşina olmuştu. Zaten iş, tenden önce olan iştir. Sonradan meydana gelenlerden geç! İş arifindir, Çünkü arif, şaşı değildir. Gözü, ilk ekilen şeyleri görür.

Buğday mı ekildi, arpa mı? Gece, gündüz gözü ondadır. Gece, neye gebeyse onu doğurur. Bunu menetmek için yapılan hileler, başvurulan tedbirler havadan ibaret! Tanrının takdirini, kendi tedbirinden üstün gören kişi, nasıl olur da kendi tedbirleriyle gönlünü avutabilir? Aklına tedbirine güvense tuzak içinde olduğu halde tuzak kurar, fakat canına andolsun, ne bu kurtulur,ne o! Yüzlerce çayır, çimen bitse de, dökülse de sonun da yine Tanrının ektiği çıkar!

Ekilmiş ekinin üstüne ekin ekerler ama bu ikincisi fanidir, ilki doğrudur,ilki yerindedir. İlk ekin kemal bulur, seçilip toplanır. İkinci tohumsa bozulur, çürüyüp gider. Sevgilinin huzurunda tedbirini terk et; filvaki tedbiri de onun tedbirinden, onun kaderinden doğmadır ya! Hakk’ın yücelttiği iş ne yarar.

Nihayet biten, ilk ekilendir. Madem ki sevgiliye esirsin, ey aşık ektiğini onun için ek! Hırsız nefsin etrafında dolaşma, onun işine bulaşma. Bir iş, Hakk’ın işi değil mi? Hiçtir hiç! Kıyamet günü gelmeden, gece hırsızı, mal sahibinin yanında rüsvay olmadan bu işten vazgeç. Hilelerle, tedbirlerle çalınmış olan malın vebali adalet günü çalan adamın boynunda kalır. Yüz binlerce akıl, bir araya gelip onun tuzağına aykırı bir tuzak kurmak isterler, kurarlar da.

Kurdukları tuzağı pek kuvvetli pek yerinde ve kafi bulurlar ama bir çöp parçası rüzgara nasıl dayana bilir? Eğer sen “Şu halde varlığın ne faydası var?” dersen senin bu sualinde fayda var mı inatçı adam? Sualinde fayda yoksa bu abes ve faydasız suali niye dinleyeyim? Eğer bir çok faydaları varsa neden bu cihan faydasız olsun öyle ise?

Cihan, bir cihetten faydasız başka bir cihetten faydalarla dopdoludur. Sana faydalı olan şey, bana faydasızsa mademki sence faydalı, onun yapmaktan geri durma. Yusuf’un güzelliği kardeşlerince abesti,lüzumsuzdu. Fakat bütün bir aleme faydalıydı. Davud’un sesi kadar güzeldi ama güzel sesten anlamayanlar dinlemek istemezlerdi. Nil nehrinin suyu, abıhayattan daha hoştu, daha feyizliydi.

Fakat nasipsiz ve münkir olanlara kandı. Şehitlik, mümin için hayattır, münafık için ölüm ve çürüme! Alemde bir sürü halkın mahrum olmadığı bir nimet var mı? Söyle. Şekerden öküze, eşeğe ne fayda var? Her canın başka bir gıdası vardır. Fakat o gıda, gıdalanan kişiye arızî ise ona nasihat etmek de onu doğru yola getirmek demektir.

Birisi hastalık dolayısıyla toprak yemeyi sevse toprağı,kendisine gıda sanır ama, asıl gıdasını unutmuş, hastalık yüzünden alıştığı gıdaya yüz tutmuştur. Şerbeti bırakmıştır da zehir yemektedir. Hastalık yüzünden alıştığı gıda kendisine tatlı gelmiştir. İnsanın asli gıdası tanrı nurudur, ona hayvan gıdası layık değil!

Fakat gönül, hastalık yüzünden bu gıdaya düşmüştür; gece gündüz bu suyu içmekte, bu toprağı yemektedir. Bu gıdayı yiyen kişinin yüzü sapsarıdır. Ayağı tutmaz kalbi helacana uğrar. Nerede yol, yol olan göklerin gıdası nerede bu? O, gıda devletin has kullarına mahsustur. O, boğazsız aletsiz yenir. Güneşin gıdası, arş nurundandır, hasetçinin, Şeytanın gıdası ferş dumanından!

Tanrı, şehitler için “ Onlar rızıklanırlar” buyurdu. O, gıda için ne ağız vardır, ne tabak! Gönül, her dosttan bir gıda ile gıdalanır, her bilgiden bir lezzet alır. Herkesin yüzünden bir şey yemekte, her buluştuğundan bir şey almaktasın. Yıldız, yıldızla kıran etti mi mutlaka her ikisine uygun bir şey doğar. Erkekle kadının buluşmasından çocuk doğduğu gibi taşla demirin birleşmesinden de kıvılcım meydana gelir.

Toprağın, yağmurla kıranı, meyvaları, yeşillikleri, çiçekleri bitirir. İnsan, yeşilliğe baksa gönlü hoşlanır,gamı gider, neşelenir. Canımız neşelenirse bizden iyilikler, ihsanlar doğar. Güzelce, dilediğimiz gibi gezdik, eğlendik mi karnımız acıkır iştahımız artar. Rengin kızarması karanlıktandır.

Kan da hoş ve gül renkli güneştendir. Renklerin en güzeli kırmızı renktir. O renk de güneştendir, güneşten meydana gelir. Zuhale karin olan her yer çoraklaşır, oraya ekin ekilemez. Bir şeyin bir şeyle birleşmesi,kuvvetin halindeki fiili meydana çıkarır; Şeytanın münafıkla birleşmesi gibi.

Bu manalara, dokuzuncu kat gökten yüce derecesiz, dereceler, mekansız yücelikler vardır. Halkın makamı. Derecesi ariyettir. Fakat emir alemi olan Melekut diyarının makam ve derecesi aslidir. Halbuki halk, makam ve derece için aşağılıklara katlanır,bayağı hallere düşer, yücelik ümidiyle horluktan lezzet alır,hoşlanır!

On günlük yücelik için zilleti çekerler, gam ve gussa ile boyunlarını iğ gibi ipince bir hale korlar. Nasıl oluyor da benim bulunduğum yere, bu yücelikten aydın güneş olduğum mekana gelmiyorlar?

Güneşin doğduğu yer, kapkara bir burçtur. Bizim güneşimizse doğu yerlerinden dışarıdır! Onun doğduğu yer, zerrelerine nispetle doğu yeridir. Halbuki zatı ne doğar. Ne dolunur! Onun arta kalan zerreleri olan bizler de iki cihanda gölgesiz bir güneşiz. Ne şaşılacak şey! Böyle olduğu halde yine Şemsin etrafında dönüp dolaşmaktayım. Buna sebep deyini Şemsin ışığı, aydınlığı! Şems, hem sebepleri, vesileleri meydana getirmede hem de sebepler, vesileler ona erişememekte!

Yüz binlerce defa ümidimi kestim. Kimden mi? Şemsten. Buna inanır mısınız? Ben güneşten ümidimi keseyim, balık suya sabretsin! Bu sözüme inanma sakın! Ümitsizliğe düşersem ümitsizliğimde güneşin işidir, onun tecellisidir ey Hasan! Sanat, nasıl olur da sanatkardan ayrılır? Hiç var olan,varlıktan başka bir yerde oylar mı? Bütün varlıklar bu bahçede yayılır.

İster Burak olsun ister Arap atları, ister eşek! Fakat bu hareketlerin bu denizden olduğunu görmeyen, her an yeni bir mihraba yüz çevirir. O, tatlı denizden acı su içe, içe nihayet o acı su, gözünü kör etmiştir. Deniz “ Ey kör, benden sağ elinle su iç de gözün açılsın” der. Burada sağ el, hüsnü zandır. Çünkü iyinin, kötünün nereden geldiğini hüsnü zan bilir.

Ey mızrak, seni bir döndüren var. O yüzden bazan dümdüz dikilmekte, bazan iki kat olmuş gibi eğilmektesin. Şemseddin’in aşkıyla tırnağımız yok ki. Yoksa bu körün güzünü açardık! Ey hak ziyası Hüsameddin, sen hasetçinin gözünün körlüğüne rağmen hemen yürü, onun illetini tedavi et! Senin ilacın çabucak tesir eden ululuk tutyası, eseri mutlaka görülen karanlıklar dağıtıcı bir ilaçtır. O ilaç, bir körün gözüne konsa yüzyıllık zulmeti derhal giderir.

Hasetçiden başka bütün körleri tedavi et! Fakat seni inkar eden hasetçiyi tedavi etmek. Hatta, sana kasteden ben bile olsam, bırak, can çekişip durayım, sakın can bağışlama. Güneşe has ededen güneşin varlığından incinen kişi yok mu? Ah, işte sana devası olmıyan illet. O adam kördür, kör! İşte sana ebediysen kuyunun ta dibine düşmüş kalmış bir kişi! O ezeli güneşi yok etmek ister, fakat söyle, bu muradı nasıl olur da yerine gelir, imkan var mı?

Padişah beylerinin hikayesi,o ebedi sultan kölelerinin has köleye hasetleri. Söz, sözü aça, aça hayli geri kaldı. Yine o hikayeye başlamak, onu tamamlamak gerek. İkbal sahibi ve bahtlı melek bahçıvan nasıl olur da ağacı ağaçtan fark etmez? Acı ve kötü ağaçla bire yedi yüz meyve veren meyveli ağacı.

Nasıl olur da bir görür, ikisini de yetiştirmek için zahmet çeker, hele gözü her şeyin sonunu görüp dururken buna imkan mı var? O iki ağaç, filvaki şimdi görünüşte bir görünüyor ama ağaçlardan maksat ne? Meyve vermek değil mi? Tanrı nuruyla gören, sondan önden agah olan şeyh; Ahiri gören gözü tanrı uğrunda yummuş menzile ulaşma hususunda sonu gören gözü , açmıştır. O hasetçiler, kötü ağaçtır.

Yarattıkları acı, bahtları kötüdür. Hasetten coşarlar,ağızları köpürür durur. Gizlice hileler kurarlar. Bu suretle has kölenin boynunu vurmak, dünyadan kazımak dilerler. Canı padişahın canı olan kişi nasıl fani olur? Birisinin gönlünü tanrı korursa o adam nasıl yok olur? Padişah o sıralara vakıftı, fakat Ebubekr-i Rebabi gibi ses çıkarmıyordu. Yaratılışları kötü, ahlakları fena kişilerin gönüllerini görüyor, o testicilerle gizlice alay ediyordu. Hileciler hile düzüp koşuyorlar,padişahı çömleğe sokmak istiyorlardı. O kadar büyük bir padişah, a eşekler, nasıl bir çömleğe sığar? Padişah için bir tuzak ördüler ama nihayet bu hileyi de ondan öğrendiler. Ne kötü talebedir o talebe ki hocasıyla baş koşar, onunla kendisini bir görür. Hem de hangi hocayla? Huzurunda gizli, aşikar bir olan cihan hocasıyla. Onun gözü, Tanrı nuruyla bakmakta, bilgisizlik perdelerini yırtıp yakmaktadır. O talebe eski kilim gibi paramparça, delik deşik olmuş gönülleri bir perde yapıp o hakimin önüne gerer. Halbuki o perde bile yüzlerce ağzıyla ona gülüp durur.

Her ağzı hocaya bir delik olmuştur. ( deliklerden talebenin gönlünü seyreder durur.) Hoca , talebeye der ki; “ Ey köpekten de aşağı olan, bana hiç mi vefan yok? Haydi beni kuvvetli, müşküller halledici bir hoca farz etme, tut ki senin gibi bir talebeyim, senin gibi gönül gözüm kör. Fakat canına, gönlünün yardımı da mı dokunmadı? Sana ben olmadıkça bir feyiz bile akmıyor.

Şu halde görüyorsun ya, gönlüm, senin bahtının tezgahı. Be doğru düzen olmayan, bu tezgahı niye kırarsın? Çakmağı gizlice çakıyorsun dersen kalpten, kalbe pencere yok mu ki? Gönül nihayet senin fikrini de pencereden görür andığın şeye şahadet eder. Tut ki kereminden yüzüne vurmuyor, yüzünü yerlere sürtmüyor, ne söylersen gülüp “ Evet, evet” diyor.

Fakat senin hilene, Huda’na gülmüyor. Kötü huyuna, yaptığın şeylere gülüyor. Hile edenin göreceği, bulacağı karşılık hileden ibarettir. Büyük testiyi vur kır, küçük testiyi al iç, işite layığın bu! Eğer o senden razı olur, bu yüzden gülerse sana yüz binlerce gül açılır. Gönlün senden razı olursa bil ki o. Hamel burcunda bir güneş kesilir. O yüzden hem gündüz güler hem bahar.

Çiçeklerle yeşillikler birbirine karışır. Yüz binlerce bülbülle kumru ötüşmeye başlar; sessiz cihanı sesle doldurur. Ruh yaprağını sararmış bir halde görüyorsun da padişahın gazabından yine haberin yok. Padişahın güneşi itap burcunda olunca yüzleri kebap gibi karatır. O Utar idin sahifeleri , bizim canımızdır; o sayfalardaki beyazlık, karalık, bizim mizanımız. Sonra ruhları; sevdadan, acizlikten kurtarsın diye tekrar kırmızı ve yeşil bir ferman yazar. Hulasa ilkbaharın yazıp çizdiği şeyler de kavsikuzah gibi kırmızı ve yeşil sayılır”.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder