27 May 2009

MUKALLİDİN İMANI KORKU VE ÜMİTTİR



Hikaye 140 Cilt 3

Çalışanların boyunları iğ gibi incelse de yine insanı her sanata sevk eden ümittir, ihtimaldir. Sabahleyin dükkanına giden rızık elde etmek ümidiyle koşar gider. Rızık ümidi olmasa nasıl olur da gidersin? Mahrumiyet korkusu olursa nasıl olur da kuvvet bulursun? Belki ezelde sana bir rızık verilmemiştir.

Bu ezeli mahrumiyet korkusu, nasıl oluyor da yiyeceğini, içeceğini elde etmek için çalışıp çabalamanda, arayıp taramanda seni aciz, kuvvetsiz bir hale sokmuyor? Deseler, dersin ki: “ Çalıştığım halde bir şey elde edememek korkusu da var. var ama bu korku tembellikte daha fazla.

Çalışırsam belki kazanırım; bunda ümidim daha çok. Tembellikte daha fazla zarar var. peki a kötü zanna düşen, ya neden din işinde bu ziyan korkusunu eteğini tutuyor öyleyse? Yoksa bu bizim pazarımızın tacirleri olan peygamberlerle velilerin ne karlar elde ettiklerini görmedin mi ki?

Onlara bu dükkanı terk etmekle neler yüz gösterdi. Bu pazarda nasıl karlar ettiler. Haberin yok mu ki? Ateş onlara halhal gibi ram oldu, deniz onların emrine uydu, onları baş üstüne taşıdı. Demir onlara ram oldu, mum kesildi, rüzgar onlara kul oldu, hükümlerine girdi!

(Peygamberlerden başka) bir taife daha vardır ki bunlar pek gizlidir. Bu zahir halkına nereden meşhur olacaklar? Bunca kerametleri vardır da yine ululuklarını hiç kimsenin gözü görmez! hem uludurlar, kerametleri vardır, hem Tanrı hareminde gizlenmişlerdir. Onların adlarını Abdal bile işitmemiştir.

Sen yoksa Tanrının keremlerini bilmiyor musun ki seni “ Gel” diye onların bulunduğu tarafa çağırıp duruyor. Alemin altı ciheti da onun keremleriyle dolu nereye baksan onun bayrakları orada dikildi! Bir kerem sahibi, sana gel, ateşe gir dese hemencecik atıl ateşe beni yakar mı deme bile!

Malik oğlu Enes’ten rivayet edilmiştir. Birisi ona konuk olmuştu. O hikaye eder. Yemekten sonra, peşkirini sararmış, kirlenmiş, yemeğe bulaşmış gören Enes, hizmetçi kadın, “ Bunu al da tandıra at, bir müddet kalsın” dedi. Enes’in sırlarına vakıf olan o hizmetçi de peşkiri ateşle dopdolu olan tandıra atıverdi.

Bütün konuklar şaşırıp kaldılar, peşkirden duman çıkacağını kavrulup yanacağını umuyorlardı. Derken bir müddet sonra hizmetçi, peşkiri arınmış temizlenmiş, tertemiz olarak getirdi. Oradakiler, “ Ey Peygamberle görüşüp konuşmuş olan aziz zat, peşkir nasıl oldu da hem yanmadı, hem de temizlendi?” dediler.

Enes dedi ki. “ Mustafa, bu peşkire elini, ağzını silmişti; onun için!” ey ateşten, azaptan korkan gönül, böyle bir ele böyle bir ağıza yaklaş! Bu el, bu ağız, cansız bir şeye böyle bir yücelik verirse aşıkın ruhuna neler açmaz, neler yapmaz? Kabe’nin taşını kerpicini öptü. Kabe ( put haneyken) kıble oldu.

Ey can, sen de çalış, çabala da erlere karşı toprak ol ( erler seni de putlardan arıtsınlar!) sonra o hizmetçi kadına dediler ki. “ Peki biz bu ahvali gördük, sen de bize halini söylemez misin? O söyler söylemez nasıl oldu da hemencecik peşkiri tandıra attın? Tutalım o sırlara erişmiş.

Ya sen, bu derecede değerli bir peşkiri nasıl ateşe fırlatıp attın a hanım?” hizmetçi, “ Ben kerem sahiplerine itimat ederim. Onların keremlerinden ümitsiz değilim ki. Peşkir de ne oluyor? Bana bile düşünmeden hemen ateşe atıl dese, ona olan itimadımın bütünlüğünden derhal ateşe atılırım. Benim, Tanrı kullarından ümidim çoktur.

Her kerem sahibi her sır bilir ere itimadım var. bu yüzden değil peşkiri, başımı bile atarım” dedi. Kardeş sen de kendini bu iksire vur, erkeğin himmeti, erkeğin sadakati, kadından aşağı değil ya! Bir erkeğin gönlü, kadının gönlünden aşağıysa o gönül işkembeden de bayağıdır gayrı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder