26 May 2009
FARE İLE KURBAĞA
Hikaye 163 Cilt 6
Tesadüf bu ya, bir fare, vefalı bir kurbağa ile su başında tanıştılar. Her ikisi de bir buluşma zamanı tayin ettiler. Her sabah bir bucaktan çıkıyorlar, birbirleri ile gönül tavlası, oynuyorlar, gönüllerini vesveseden arıtıyorlardı.
Bu buluşmadan ikisinin de gönlü ferahlıyor, birbirlerine hikayeler anlatıyorlar, birini söylediğini öbürü dinliyordu. Gah baş diliyle, gah hal diliyle sırlarını ortaya koyuyorlar. “Topluluk rahmettir” sözünü tevil diyorlardı. O kötü mahluk, kurbağa ile eş oldu mu neşeleniyor, beş yıllık vakaları hatırlıyordu.
Sözün coşması, ulanıp gitmesi, dostluk nişanesidir. Söz söyleyememekte ülfetsizliktendir. Gönül, dilberi gördü mü nasıl olur da suratı ekşi bir halde kalır? Bülbül, gül görür de nasıl susar? Kızarmış balık bile, Hızır’ın himmetiyle dirildi, denize sıçradı, orada karar kıldı. Sevgili, sevgilisiyle beraber oturdu mu yüz binlerce sır levhini bilir.
Sevgilinin alnı Levhi mahfuzdur. Dost, onun alnından iki alemin sırrını da apaçık görür. Dost kudümiyle adeta yol kılavuzudur. Mustafa, bunun için, “Sahabem yıldıza benzer” demiştir. Yıldız çölde de kılavuzdur, denizde de. Yıldıza göz dik, o kılavuzdur, yol gösterir. Gözünü onun yüzüne eş et. Onunla bahse girişmeye kalkma, bu çeşit hareketlerle toz koparma. Çünkü o tozla yıldız, görünmez olur. Halbuki göz, sürçen dilden elbette daha iyidir. Yalnız Tanrıdan vahiy alan kişi söylerse o başka. Çünkü o toz koparmaz, tozu yatıştırır.
Adem, vahiy ve sevgiye mazhar olunca sözü “Allemel esma” sırrını açtı. Her şeyin adı nasılsa öylece gönül sahifesinden diline aktı, her şeyi bildirdi. Her şeyi gönül gözü görmüştü, onun için hepsinin hassasını ve mahiyetini apaçık söylüyordu. Her şeye layık olan adı söyledi, puşta aslan demedi. Nuh da tam dokuz yıl doğru yolda vaaz ette. Her gün yeni bir öğüt verdi. Laal dudakları, kalplerin yakutuydu. Ne risale okumuştu, ne de “Kuutül kulub!” vaazlarını şerhlerden öğrenmiyordu. Sözleri, keşifler kaynağından coşuyordu, ruh şerhiydi.
Bir şarap var. O içildi mi söz suyu dilsizden bile kaynar, köpürür. Yeni doğan çocuk fasih söz söyler bir edip olur, Mesih gibi, ergen adamların hikmetini okur. O şaraptan içip dudağını hoş bir hale getiren dağ. Davut peygamber gibi yüzlerce gazel öğrenir. Bütün kuşlar, cik cik ötüşlerini bırakmışlar, padişah olan Davut’a uymuşlar, ona dost olmuşlar, onunla ırlamaya başlamışlar.
Kuş bile onu duyup sarhoş olduktan sonra demir, onun sesini duymuş, bunda şaşılacak ne var? Kasırga, Ad kavmini kırmış geçirmiş, fakat Süleyman’a hamal olmuş, onu sırtında taşımıştır. Kasırga, o padişahın tahtını yüklenmiş, her sabah, her akşam bir aylık yol götürmüştür. Hem ona hamal olmuş, hem casusluk yapmıştır. Uzakta olan birisini sözünü duydu mu, derhal gelir, o sözü Süleyman’ın kulağına fıslardı. “Filan kişi, şimdi böyle söyledi ey Süleyman ey sahip kıran ay” derdi.
Bu sözün sonu yoktur. Fare, bir gün kurbağaya ey akıl kandili dedi; zaman oluyor ki sana bir sır söylemek istiyorum. Halbuki sen suyun dibinde bulunuyorsun. Su kıyısında nara atıyorum ama suyun içindeyken aşıkların narasını duyuyorsun sen.
Ey yiğit er, ben bu muayyen buluşma vakitleri ile kanaat edemiyor, senin sohbetine doyamıyorum. Namaz ve yol gösteren ibadet, beş vakit olarak farz edildi. Fakat aşıklar daima namazdadır. Ve sarhoşluk o başlardaki mahmurluk, ne beş vakitle yatışır, ne beş yüz bin vakitle. “Beni az ziyaret et” sözü aşıklara göre değildir. doğru özlü aşıkların canı, pek susuzdur.
“Beni ziyaret et “sözü, balıklara göre değildir. çünkü onların canları, deniz olmadıkça hiçbir şeyle ünsiyet edemez. Bu denizin suyu pek korkunçtur ama balıkların mahmurluğuna göre bir yudumcuktur. Aşığa bir an ayrılık, bir yıl gibi gelir. Bir yıllık vuslat bile onca bir hayalden ibarettir. Aşk susuzdur, susuzu arar. Bunlar, geceyle gündüz gibi birbirinin ardına düşmüşlerdir. Gündüz geceye aşıktır, onsuz olamaz. Fakat bakarsan görürüsün ki gece, ona, ondan ziyade aşıktır. Onlar,birbirlerini aramadan bir lahza bile durmazlar. Daima, birbirlerinin ardından koşup dururlar.
Bu onun ayağına yapışmıştır. O, bunu kulağına. Bu ona hayrandır, o, buna aşık. Sevgilinin gönlünce herkes aşıktır, herkesi aşık görür o. Azra'nın gönlünde daima Vamık vardır. Aşığın gönlünde de sevgiliden başka kimse yoktur. Onların aralarında ne az, ne çok fark edici bir şey olamaz, onları birbirinden ayıracak kimse bulunamaz. Bu iki çan bir devededir. Artık buraya “Az ziyaret et” sözü nasıl sığar?
Hiç kimse,kendisine “Beni az ziyaret et” der mi? Hiç kimse kendisine nöbetle zamanla dost olur mu? Bu birlik aklın alacağı şey değildir. bunu anlamak, insanın ölümüne bağlıdır. Eğer bu, akılla anlaşılsaydı, insanın nefsini öldürmesi neden vacip olurdu ki?
Akıllar padişahı, bu kadar merhametliyken nasıl olur da zaruretsiz olarak insana “Kendini öldür” der?
Fare dedi ki: Ey merhametli, sevgili dost, ben seni görmedikçe bir an bile karar edemiyorum. Gündüzün nurum, kazancım, ışığım sensin; geceleyin kararım, neşem, uykum sen. Beni sevindir, vakitli vakitsiz kerem eder anarsın lütfedersin. Ey iyiliğimi isteyen, buluşmak için yirmi dört saatte bir kuşluk çağını tayin ettin.
Fakat ciğerim yanıyor, beş yüz kere susuzum, her susuzluğumda bir öküz açlığı var adeta. Benim derdimden haberin bile yok. Mevkiinin zekatını ver de bu yoksula bir bak.
Bu biedep yoksul, buna layık değil ama senin umumi lütfun, bundan çok üstün. Herkese lütfetmektesin. Lütfetmen için bir lüzuma hacet yok. Güneş, pisliklere de vurur. Fakat nuruna bir ziyan gelmez. O pislik, onun hararetiyle kurur, odun haline gelir. Bu yüzden de bir külhana girer, nurlanır, hamamın kapısını duvarını kızdırır, parlatır. Pisken bezenir, nurlanır. Çünkü güneş, ona öyle bir afsun okumuştur işte. Güneş yeryüzünün içini de kızdırır da artakalan pislikleri yer. Bu pislikler, bu suretle toprağın cüzü olur, ondan otlar biter. İşte Tanrıda kötülükleri iyiliklere böyle çevirir. Güneş en kötü şey olan pisliğe bunu yaparsa yeşilliklere, güllere, nergislere neler yapmaz? Bir düşün, Tanrı da ibadet güllerine karşılık ne vefada bulunur, ne mükafatlar verir, ne ihsanlar eder. Kötülüklere böyle elbiseler verirse temizlere neler bağışlar?
Tanrı onlara gözlerin görmediği şeyler verir. Dile, lügata sığmaz lütuflar eder. Biz kimiz ki bu derece lütfu hak edelim? Gel sevgili, güzel huyunla benim günümü de aydınlat. Çirkinliğime, kötülüğüme bakma. Dağdaki yılan gibi zehirlerle doluyum ben. Ben çirkinim, huylarım da tamamı ile çirkin. Beni diken olarak dikti, artık ben nasıl gül olabilirim?
Dikene güldeki güzelliğin ilk baharını ver. Bu yılana tavus güzelliğini sen ihsan et. Çirkinliğin son derecesine varmışım ben. Fakat senin lütfun da ihsan etmede son dercedir. Bu kötülüğün çirkinliğin son derecesine varmış olan kulun hacetini, son derecede olan lutfunla reva et ey usul boylu selvilerin bile haset ettikleri güzel! Ben ölürsem yine senin lütfun, bana gözyaşı döker, kerem sahibisin, buna ihtiyacın yoktur ama yine sen ağlarsın bana. Mezarımın başında çok oturursun. O güzel gözlerinden çok yaşlar akar. Mahrumiyetime ağlar, mazlumluğuma gözlerini yumup yaş dökersin sen. İyisi mi o lütufların birazcığını şimdi yap. O sözleri, şimdi benim kulağıma küpe et. Toprağıma söyleyeceğin sözleri şu gamla kulağıma saç, şimdi söyle bana.
Gümüş paralar veren bir ihsan sahibi, sofinin birine dedi ki: Ey ayaklarının altına canımı döşediğim zat. Ey padişahım! Bugün sana bir kuruş mu vereyim, yoksa yarın kuşluk çağında üç kuruş mu? Hangisini istersin?
Sofi dedi ki: Bugünkü de vaat, yarınki de. Dün yarım kuruş verseydin bugün elimde olsaydı. Buna, bugünkü vereceğin bir kuruştan da daha ziyade sevinirdim, yarın vereceğin yüz kuruştan da. Peşin sille, veresiye keremden hayırlıdır. İşte kafam önünde, başımı eğiyorum, vur, tek peşin olsun! Hele sille, senden geldikten sonra hiç gam yemem. Baş da o elin sarhoşudur, sille de. Ey canımın canı, ey yüzlerce cihan değer dost, aklını başına devşir, bu peşin şeyi ganimet say. Ay gibi yüzünü gece yolcularından gizleme. Ey akar su, bu arktan baş çekme.
Hep buradan da ak da ırmak kıyısı bu akar suyla gülsün, kenarlarında yaseminler boy atsın. Uzaktan ırmak kıyısında sarhoş yeşillikler gördün mü bil ki orada su vardır. Tanrı “Gönüllerindeki yüzlerinden anlaşılır” dedi. Yeşillikte yağmuru suyu anlatır. Yağmur gece yağarsa kimse görmez. Çünkü herkes uykuya dalmıştır. Ama her güzel gül bahçesi gizli bir yağmura delalet eder.
Kardeşim ben toprak hayvanlarındanım, sen su hayvanlarından. Fakat rahmet ve ihsan padişahısın. Öyle lütfet, öyle bir ihsan da bulun ki arada bir huzuruna gelebileyim. Irmak kıyısında seni canla başla çağırıyorum ama sen merhamet edip cevap vermiyorsun. Suya dalmama imkan yok. Çünkü terkibim topraktan meydana gelmiş. Ya bir elçi gönder, yahut kerem et, bir nişana ver de benim sesimi sana ulaştırsın. Bu iş için o iki dost konuşup görüştüler. Nihayet şuna karar verdiler:
Bir uzun ip bulacaklardı. Bu ipin çekişi, onların sırrını birbirine duyuracaktı. Fare, ipin bir ucunu sana karşı iki büklüm olan bu kulun ayağına bağlarız, öbür ucunu da senin ayağına. Bu suretle ikimiz, birbirimize ulanmış, bağlanmış oluruz; bir bedendeki can gibi birbirimize karışırız dedi.
Beden de canın ayağında bir ipe benzer, onu gökyüzünden yere çeker durur. Can kurbağası, kendinden geçme suyuna hoş bir surette dalmışken, beden faresinden güzelce kurtulmuşken. Beden faresi o iple yine onu çeker. Can, bu çekişten ne acılar tadar! Beyni kokmuş farenin çekişi olmasaydı kurbağa, suyun içinde rahatça yaşardı. Bunun ötesini, gündüz olup da ecel uykusundan uyanınca güneşe nurlar bağışlayandan duyarsın. İpliğin bir ucunu benim ayağıma bağla, öbür ucunu kendi ayağına düğümle de bu kupkuru yerde iktiza edince ipi çekebileyim, sen de bu vesileyle benim derdimi anlayasın dedi. Bu söz kurbağanın gönlüne acı geldi. Bu pis beni bağlıyor galiba dedi. İyi adamın gönlüne kötü bir düşünce geldi mi bu boş değildir, bir aslı vardır bunun. O anlayışı vehim sayma, Tanrı anlayışı bil. Gönüldeki nur, onu külli levihten okumuş, anlamıştır.
Biliyorsun ya, filcinin o kadar çalışmasına, korkunç bir surette bağırıp çağırmasına rağmen fil, Tanrı evine gitmemişti. Ayağı, o kadar köteğe rağmen az çok, Kabe tarafına gitmiyordu vesselam. Sanki ayakları kurumuştu, yahut da o saldıran canı, bedeninden çıkmıştı dersin. Fakat başını Yemen tarafına döndürdüler mi o erkek fil yüz at süratinde koşmaktaydı. Filin duygusu, gayb zahmını anlamıştı. Bu böyle olunca artık kendisine Tanrıdan ilham gelen velinin duygusu nasıl olur? O güzel huylu Yakup peygamber d, kardeşleri, Yusuf için babalarından izin alıp onu birazcık sahraya gezmeye götürmek istedikleri zaman bir şeyler sezinlemişti. Hepsi de ona, Yusuf’a bir zarar gelir diye düşünme. Bir iki günceğiz müsaade et baba. Neden bize emniyet etmiyor, neden Yusuf’unu bizimle gezmeye, eğlenmeye göndermiyorsun? Yeşilliklerde beraber gezip tozalım. Biz, onu çağırıyoruz ama emniyet ve ihsan sahibi kişileriz dediler.
Yakup, şu kadar biliyorum ki onu benim yanımdan alıp götürmenizden gönlümde bir dert, bir elem peydahlanıyor. Gönlüm, asla yalan söylemez. Çünkü o arş nurundan nurlanmıştır dedi. Yakup’un şu gönlünün burkulması yok mu işte o, bu işte bir kötülük olduğuna kati bir delildi. Fakat kaza ve kaderden kaçmasına imkan yoktu. Kaza ve kader hükmünü işleyecekti. Onun için Yakup da bu kadar nişaneler gördüğü halde yine de Yusuf’u gönderdi. Körün, kuyuya düşmesine şaşılmaz, fakat yolu gören de düşer, buna şaşılır işte. Bu kaza ve kaderin çeşit çeşit işleri vardır. Adamın gözünü, Tanrı nasıl dilerse öyle bağlar. Gönül hilesini hem bilir, hem bilmez. Mührünü vurmak için demiri bile yumuşatır, muma döndürür.
Gönül derdi ki: Mademki Tanrı taktiri böyle, bunu istiyor, ha olsun, ne yapalım? Kendisini bundan gafil tutmaktaydı. Can da, onun ipiyle bağlanmış kalmıştı. O yüce kişi, taktir yüzünden mat olursa bu, alt olma değildir, Tanrı kazasına uğramadır. Bir musibet, onu yüzlerce musibetten kurtarır. Bir iniş onu yüceliklere çıkarır.
Hani ham bir şuh bir şen adam gibi. Gece içtiği şarap, onu sarhoş etti, yüz binlerce ham kişinin sarhoşluğundan kurtardı. Nihayet o da pişti, usta oldu, cihanın esirliğinden kurtuldu, hürriyete kavuştu.
Zevali olmayan Tanrı şarabı içti, sarhoş oldu. Kendisine her şeyi, herkesi anlayacak bir kabiliyet geldi, halktan kurtuldu. Onların gevşek ve taklitçi inanışlarından, görmez gözlerinin gördüğü hayalden halas oldu.
Şaşılacak şey! Onların anlayışı, bu nişanesiz denizin met ve cezrine ne yapabilecek ki? Bu yapılmış, düzülmüş mamureler, o çölden geldi. Saltanat, padişahlık, vezirlik, oradan verildi. Yokluk çölünden bu görünen aleme iştiyaklarla bölük bölük varlıklar gelip durmada. Bu çölden her akşam, her sabah kervan üstüne kervan geliyor.
Geliyor, biz geldik, nöbet bizim, siz gidin diye yerimizi yurdumuzu alıyor. Oğul, akıl gözünü açtı mı baba, hemencecik yükünü kağnıya koyuyor. Padişahım biz kimiz ki devlete, kutluluğa layık olalım? Sen gel, talihimi devlete döndür. O alemden buraya bir ana yol var. Oradan buraya geliyorlar, buradan oraya gidiyorlar.
İyi dikkat et. Oturmuşuz ama gidiyoruz, yeni bir yere hareket etmişiz, fakat görmüyorsun sen. Sermayeni ağzını bugün için değil, ilerisi için, ileride bir iş yapmak için hazırlarsın. Ey yola tapan, yolcu odur ki yüzü ve gidişi, ileriyedir. Nitekim gönül perdesi ardından da anbean yorulmadan, usanmadan hayal alayı gelip durur. O düşünceler, hep bir fidanlıktan kopup gelmese nasıl olur da hepsi yol bulur, gönle gelip çatar? Bölük, bölük düşünce ordumuz, susamış bir halde gönül çeşmesine geliyor. Testilerini doldurup gidiyorlar. Daima meydanda ve daima gizli bunlar.
Düşünceleri, gökyüzünün yıldızları say. Fakat bunlar, başka bit gökyüzünde dönmedeler. Kutluluk gördün mü şükret, ihsanda bulun. Kötülük gördün mü sadaka ver, yargılanma dile! Çark vur. Ayın nuru ile ruhu parlat. Çünkü tutulma yerine geldi, zararlar gördü, can simsiyah oldu.
Onu yine hayalden vehimden, zandan kurtar. Yine kuyudan çıkar, cefa ipinden halas et. Bu suretle de bir gönül, senin güzel gönül alışınla kanatlansın, uçsun, şu balçıktan kurtulsun!
Ey Mısır azizi, ey ahdinde duran zat,mazlum Yusuf, senin zindanındadır. Onu kurtarmak için çabucak bir rüya görüver, Tanrı, ihsan sahiplerini sever. Yedi arık ve hasta öküz, yedi semiz öküzü yutmada. Yedi kuru ve çirkin beğenilmeyecek başak, yedi taze ve yemyeşil başağı otlamada.
Ey aziz, gönül Mısırında kıtlık başlıyor. Aman padişahım bunu caiz görme. Padişahım, senin hapsinde bir Yusuf’um ben. Lütfet, beni kadınlardan kurtar. Arşta oturup duruyordum. Anamın şehveti “inin” emri ile beni buraya attı. O tam yücelikten bir kocakarının hilesiyle rahim zindanına düştüm. Ruhu ta arştan bu yurda getirdi. Hasılı kadınların hilesi pek büyük.
İnişim, önce de kadın yüzünden, sonra da kadın yüzünden. Ruhtum, nasıl oldu da bedene büründüm? Ya bu düşkün Yusuf’un ağlayıp inlemesini duy, yahut o aşık Yakub’a merhamet et. Kardeşlerimden mi feryat edeyim, kadınlardan mı? ADEM GİBİ CENNETLERDEN DÜŞTÜM BEN! Kış yaprağı gibi soldum, çünkü vuslat cennetinde buğday yedim. Senin lütfunu, ihsanını, o barış selamını o güzel haberini duyunca, kötü göz değmesin diye ateşe çöreotu attım, fakat çöreotuma da kötü göz değdi. Önde de sonda da her kötü gözü def eden, ancak ve ancak mahmur gözlerindir.
Padişahın kötü gözü, senin güzel gözlerin mat eder, mahveder; ne güzel ilaç bu. Hatta senin gözünden kimyalar erişti mi kötü göz bile iyi göz olur. Padişahın gözü, doğanın gözüne değdi mi doğan, yücelir, himmetli bir göze sahip olur. O bakıştan öyle bir göze sahip olur ki, öyle yücelir ki artık erkek aslandan başka bir şey avlamaz olur.
Aslan da nedir ki? O manevi yüce doğan, hem senin avındır, hem de seni avlar. Din çayırında can doğanının ıslığı “Ben batan şeyleri sevmem” naraları olur.
Senin izinden uçup duran gönül doğanı da sayısız ihsanlarla uğradı, gözün, bir kerecik ona düştü. Burnu bir koku aldı, kulağı senin nağmelerini duydu. Her duygusu, muayyen olamayan nasipler elde etti.
Sen, hangi duyguya gayb aleminin yolunu açarsan o duygu, artık eskimez, yıpranmaz, ölmez. Mülk senindir. Duyguya bir şey ihsan edersin; o duygu, öbür duygulara padişahlık eder.
Fare doğru yolu bulmuş olan kurbağa ile buluşmak isteyince o aşk ipini çekerdi. Anbean elime böyle bir vasıta, böyle bir vesile geçirdim diye o ipe güvenirdi. Can ve gönül de bu geceli, görüşmek için artık bir ipliğe döndü adeta derdi.
Derken ansızın bir alaca karga geldi, fareyi yakaladı. Kurbağa da onunla beraber havalandı. Fare karganın gagasında havalanınca kurbağa da ona bağlı olduğundan onunla beraber sudan çıktı. Fare, karganın gagasındaydı, kurbağa da ipe bağlı olduğundan havalanmaktaydı.
Halksa hele bak diyordu, karga, hileyle suda yaşayan kurbağayı nasıl da avladı. Nasıl suya girdi, nasıl da onu kaptı? Suda yaşayan kurbağa, nasıl olur da alaca kargaya avlanır? Kurbağa, bu, suda yaşamayan susuz hayvanlar gibi, aşağılık bir mahluka eş olanın layığıdır.
Feryat adamın kendi cinsinden olmayan dostundan, feryat. “ey “ulu” lar, sizinle düşüp kalkacak iyi bir dost arayın, diyordu. Akıl ve ayıplarla dopdolu bulunan nefisten feryat eder. Nefis, güzel bir yüzdeki çirkin buruna benzer.
Akıl, ona der ki: Cins oluş, iyi bil ki su ve toprak bakımından değil, mana, bakımındandır. Kendine gel de surete tapma, suret sözüne kapılma, cins oluşu surette arama. Suret, cansız şeye, taşa benzer. Cansız şeyin, kendisiyle cins olandan, yahut olmayandan haberi var mıdır?
Can, karıncaya benzer, beden de bir buğday tanesine. Karınca o buğday tanesini her an çeker durur. Karınca bilir ki o kendi cinsinden olmayan buğdaylar, nihayet yenecek, kendisine karışacak. Bunlar, benim cinsimden olacaklar der.
Karıncanın biri, yoldan bir arpa tanesi bulur, çekip götürmeye koyulur. Öbürü, bir buğday yakalar, koşa koşa götürmeye başlar. Arpa, buğdayın bulunduğu yere gelmez ama karınca, karıncanın bulunduğu yere gelir ya. Arpanın gitmesi, buğdaya tabidir. Karıncaya baksana, dönüp kendi cinsine nasıl geliyor. Buğday, neden arpaya doğru gidiyor deme. Gözünü aç da düşmanı gör, alınan, götürülen şeyi değil.
Kara bir karınca, siyah kilimin üstünde bir taneyi almış gitmekte mesela. Tanenin gittiği görülür de karınca görünmez. Akıl der ki gözünü iyi aç da bak. Hiç tane onu bir götüren olmasa gider mi?
Köpek bu yüzden Ashabı Kehf’in bulunduğu yere geldi, onlara katıldı. Suretler, tanelerdir ama karınca, kalptir.
İsa bu yüzden gökyüzündeki temiz meleklere karıştı. Kafesler ayrıydı ama kuş yavrusu bir cinsten. Bu kafes meydandadır da kuş yavrusu gizli. Fakat kafesi bir götüren olmasa kafes, kendi kendine nasıl gider?
Ne mutlu o göze ki akıl, onun başında buyruktur; işin sonunu görür, her şeyi bilir, aydındır, nurludur. Çirkinle güzeli, akılla ayırt edin; şu karadır, bu ak diyen gözle değil. Göz, pislikte biten yeşilliğe de aldanır. Fakat akıl, onu bir de bizim mehengimize vur der.
Yalnız isteği gören göz, kuşa bir afettir; fakat tuzağı gören akıl, onu afetlerden kurtarır. Ama bir tuzak daha vardır ki onu akıl da bilemez. İşte gayb aleminde bulunanları gören vahiy, onun için bu tarafa koşup geldi.
Cinse cins olmayanı akılla bilmek, tanımak gerek. Hemencecik suretlere koşmamalı. Cins oluş, ne senin için suretledir, ne benim için. İsa, insan şeklindeydi, fakat melek cinsindendi. Onun için gökyüzü kuşu, karganın kurbağayı havalandırması gibi onu alıp bu gök kubbenin üstüne çıkardı.
Abdülgavs da peri cinsindendi de peri gibi tam dokuz yıl gizlice kanat çırpıp uçtu. Karısı başka bir kocaya vardı, ondan çocukları oldu. Kendi yetimleriyse babalarının ölümünü konuşurlar; acaba onu kurt mu paraladı, yoksa eşkıya mı öldürdü; yoksa bir kuyuya mı düştü, yahut da bir pusuya mı uğradı? Derlerdi.
Çocuklarının hepsi de düşüncelere dalarlar, hiç biri babamız sağ demezdi. Tam dokuz yıl sonra fakat yine iğreti olarak meydana çıktı, bir müddet sonra yine gözden kayboldu.
Bir ay oğullarına konuk oldu. Ondan sonra hiç kimse, bir daha onun rengini bile görmedi. Kılıç yarası, bedenden ruhu nasıl çalarsa peri cinsinden oluşu onu, insanlar arasından öyle kaptı işte. Cennetlik, cennet cinsinden olduğu için bu cinsiyet bakımından Tanrıya tapar.
Peygamber “Hamd ve cömertlik, dünyaya uzanmış cennet dallarıdır” demedi mi? Bütün sevgileri, lütufları, sevgi ve lütuf cinsinden bil, bütün kahırları da kahır cinsinden.
Küstahlık, küstahlığı doğurur, aldatan aldanır. Çünkü bunlar akıl bakımından birbirlerinin cinsidir. İdris yıldızların cinsindendi. Onun için sekiz yıl Zuhal’de kaldı. Zuhal, doğularda da onun dostu oldu, batılarda da, herhalde onunla konuştu, onun sırlarına mahrem oldu. Kaybolduktan sonra tekrar dünyaya gelince yeryüzünde nücum bilgisine dair ders verirdi. Önünde yıldızlar güzelce saf kurarlar, dersinde bulunurlardı. Bir derecede ki aşağılık yukarılık bütün halk, yıldızların seslerini duyarlardı. Cins olma çekişi, yıldızları ta yeryüzüne kadar çekmiş, onun yanına getirmişti. Her yıldız, kendi adını, halini, nasıl rasat edileceğini ona açar söylerdi.
Cinsiyet nedir? bir çeşit bakış. Bununla bir cinsten olanlar,
birbirlerine yol bulur, birbirlerine kavuşurlar. Tanrı birisine verdiği bakışı sana da verse sen de onun cinsinden olursun. Bedeni her yana çeken nedir? bakıştır. Haberdar olan, nasıl olur da bihaberi bildiği tarafa çeker? Erkekte kadın huyu oldu mu puşt olur, namussuzluk eder. Kadına kadın huyu verdi mi kadın, kadın arar sevici olur.
Tanrı, sana Cebrail sıfatlarını verirse kuş gibi uçar, havalarda yol ararsın. Gözün, havayı gözler durur. Yeryüzüne yabancı kesilir, gökyüzüne aşık olursun. Fakat sana eşek huyu verirse yüzlerce kanadın olsa uçar, ahıra konarsın!
Aşağılık fare, suret bakımından aşağı olmadı. Pisliğinden çaylağa zebun oldu. Yemek peşinde koşan hain olan, karanlığa tapan, peynir, fıstık ve pekmezle sarhoş olur. Eşsiz doğan kuşundan bile fare huyu olursa farelere ar olur, hayvanlar ondan utanırlar.
Oğul Harut’la Marut’a Tanrı insan huyunu verdi, melek huyları değişti. “Biz Tanrıya ibadet için saflar kurmuşuz” makamından aşağıya düştüler, Babil kuyusuna baş aşağı asıldılar. Levhi mahfuz, gözlerinden uzaklaştı, levhleri büyü yapan ve büyülenen kişilerin bedenleri oldu.
Kanatları aynı, başları aynı, bedenleri aynı fakat birisi arz üstünde Musa, öbürü aşağılık yerlerde hor hakir Firavun. Huy peşinde yürü, iyi huyluyla düş kalk. Gül bağına bak, nasıl gülün huyunu almış. Mezar toprağı bile insanla şereflenir; gönül ona elini kor, yüzünü sürer. Toprak bile temiz bir bedenle komşu olduğundan şereflenir, devlet bulursa, artık sen “Önce komşu gerek sonra ev” de. Gönlün varsa yürü, bir gönül sahibi dost ara.
Onun toprağı bile can huyunu almış, aziz kişilerin gözlerine sürme olmuştur. Nice toprak gibi mezarlarda yatanlar var ki faydaları, feyizleri bakımından yüzlerce diriden yeğ. Gölgesini gizlemiş ama toprağı, gölge vermekte. Yüz binlerce diri, onun gölgesinde gölgelenmekte.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder