26 May 2009

ÖLÜ; YAŞADIĞI HALDE ÖLEN KİŞİDİR



Hikaye 165 Cilt 6


Bir yoksul borçlanmış, civar memleketlerden kalkıp Tebriz’e gelmişti. Dokuz bin altın borcu vardı. O vakit de Tebriz’de Bedrettin Ömer, muhtesipti.
Bu öyle bir erdi ki gönlü adeta bir denizdi. Her kılı bir Hatem kesilmişti. Hatem, dünyada olsa ona yoksul olur, önüne baş kor, ayağına toprak olmayı canına minnet bilirdi. Birisine bir deniz dolusu iyi su verse o vergisinden utanırdı. Bir zerreyi doğu güneşi haline getirse bu ihsanı bile kendisine layık görmezdi.

O garip, muhtesipten bir kerem umarak gelmişti. Çünkü o, gariplere bir dost, bir hısım olmuştu adeta. O garip kişi de adeta onun kapısına kapılanmış, ihsanını umarak tekrar borç vermeye başlamıştı. O kerem sahibine güvenerek, onun vergilerini umarak borçlanmaktaydı. O ümitle bir hayli borca girmede, o huyu kerem ve ihsandan ibaret olan zatın lütuf denizine dayanarak şundan bundan borç almaktaydı.

Borç verenlerin suratları asılıyor, o ise o ululuklar, keremler bahçesinin lütfuna güvenerek gül gibi gülüyordu. Birisinin sırtı, Arab’ın güneşinden kızışırsa artık ona Ebuleheb’in kızgınlığından ne gam?

Bir adam bulutla sözleşti mi sakaların suyuna muhtaç olur mu artık? Tanrı elini bilen büyücüler, bu ele, bu ayağa el, ayak derler mi hiç? Aslana güvenen tilki, yumruğu ile kaplanların bile kellesini kırar.



Cafer, tek başına bir keleyi zapt etti. Kale, onun sonsuz ve kurumuş dudağına bir yudumcuk suydu. Bir tek atlı, yürümüş, kaleye kadar gelmiş, savaşa hazırlanmıştı. Kaledekiler ürküp kapıyı kapattılar. Kimsede karşı duracak cüret yoktu. Gemidekilerin ne hadleri vardı ki timsaha karşı koysunlar.

Padişah, vezire yüz çevirip “Seninle danışıyorum, böyle bir zamanda ne çare var, ne yapalım?” dedi.

Vezir dedi ki: Kibri, hileyi bırakıp eline bir kılıç al, boynuna bir kefen at, huzuruna git. Padişah peki ama dedi, bu tek bir kişi değil mi? Vezir, doğru, fakat onun tek oluşunu görüp de bunu ehemmiyetsiz bulma. Gözünü aç, kaleye dikkat et. Önünde cıva gibi titreyip durmada. O ise eyerin üstüne öyle bir oturmuş ki sanki doğudakiler de onunla berabermiş, batıdakiler de. Hiçbir şeye aldırmıyor. Birkaç fedai, ona saldırdı; kendilerini onun önüne attılar. Fakat hepsini de gürzüyle öldürdü. Hepsi de onun atının ayakları altına baş aşağı düştüler.

Tanrı kudreti, ona öyle bir ordu vermiş ki tek başına bir ümmete saldırıyor. Gözüm, o eri görünce sayı çokluğu gözümden düştü. Yıldızlar çoksa da güneş birdir ve bütün yıldızlar da onun önünde darmadağın olur, görünmezler.

Binlerce fare baş kaldırsa kedi, ne korkar, ne çekinir. Nasıl olur da fareler, toplanıp kedinin karşına çıkarlar? Onlarda böyle bir yürek yoktur ki. Topluluk, suret bakımından olursa beyhudedir. Kendine gel de Tanrıdan mana topluluğu iste. Topluluk, bedenlerin çokluğundan meydana gelmez. Cismi de isim gibi yel üstünde durur bir şey bil.

Farelerin yüreklerinde topluluk kudreti olsaydı kızarlar, gayrete gelirlerdi de birkaç tanesi bar araya gelir; fedai gibi aman vermeden kediye saldırırdı. Bir tanesi gözünü ısırır, oyar, öbürü kulağını dişleyip yırtar, bir başkası yanını delerdi. Kedi bu topluluktan kurtulamazdı.

Fakat farede topluluk için yürek yoktur. Kedinin sesini duydu mu aklı başından gider. Hilebaz kedinin önünde kuruyup kalır. İsterse farenin sayısı yüz bin olsun ne çıkar?

Koyun sürüsü çok olmuş kasaba ne gam? Akıl çokluğu uykuyu def edebilir mi? Mülkün sahibi Tanrıdır. Topluluğu o verir, bu yüreği o ihsan ederde aslan, yaban sığırı sürüsüne atılır. On çatallı boynuzları olan yüz binlerce yiğit geyik aslanın saldırışına karşı, adeta yok olur.

Mülkün sahibi O’dur. Bir Yusuf’a güzellik saltanatını verir de onu ak buluttan yağan latif yağmura döndürür. Bir yüze bir yıldız parlaklığı ihsan ederde koca bir padişah bir kızın kölesi kesilir. Bir başkasının yüzüne kendi nurunu verir, o adam, gece yarısı her iyiyi her kötüyü görür.

Yusuf’la Musa, Tanrı nuruna sahip oldular, yüzlerinde, gönüllerinde o nur parladı. Musa’nın yüzü, öyle bir nur saçtı ki nihayet yüzüne bir nikap tutunmaya mecbur oldu. Yüzünün nuru adeta hücum eden yılanın gözünü zümrüt nasıl alırsa gözleri öyle almaktaydı. Musa o kuvvetli nuru örtmek üzere Tanrıdan nikap istedi.

Tanrı da o nikabı, yürü, var, kiliminden yap. Çünkü o, emniyet sahibi bir arifin elbisesidir. O elbise Tanrı nurundan bir sabra nail olmuştur, dokumasında can nuru vardır. Böyle bir hırkadan başka bir şeyle korunamazsın. Nurumuza, ondan başka hiçbir şey tahammül edemez. Kafdağı bile o nura mani olmaya kalkışsa o nur, Kafdağı’nı da Tur gibi parçalar dedi.

Erlerin bedenlerine Tanrı kudretinin yüceliği öyle bir tahammül vermiştir ki neliksiz niteliksiz Tanrı nuruna dayanırlar. Tur dağının zerresine tahammül etmediği nur, Tanrı kudretiyle bir sırçayı yer eder. Kandil duracak yer ve bir sırça kandil, Kafdağı ile Tur’u paramparça eden nura mekan olur.

Onların bedenlerini kandil konacak yer, gönüllerini de sırça bil. Bu kandilin nuru, arşa da vurur, göklere de. Arşın ve göklerin nuru, bu nura karşı şaşırıp kalır, kuşluk çağındaki yıldız gibi yok olur gider.

Peygamberlerin sonuncusu, bunu hiçbir an zevali olmayan padişahlar padişahından nakletmiştir.

Tanrı demiştir ki: Ben göklere, boşluğa, yüce akıllarla nefislere sığmadım da, konuk gibi vardım, müminin gönlünde keyfiyetsiz, mahiyeti anlaşılmaz bir şekilde yurt tuttum, oraya konuk oldum. Bu gönül vasıtası ile yücelerde bulunanlar da benden padişahlılar, baht ve devletler bulurlar, aşağıda bulunanlar da. Böyle bir ayna olmadıkça güzelliğinden hiçbir şey görünmez, ne yeryüzünde, ne de zaman içinde nurum tecelli etmez. İki aleme de merhamet atını sürdüm de geniş bir ayna düzdüm.

Her an bu aynadan elli düğün halkı doyar. Aynayı işit fakat nasıldır? Sorma. Hasılı Musa’da bu elbiseden nikap yaptı, yüzünü örttü. Çünkü o yay gibi parlak nurun tesirini anlamıştı.

Elbisesinden başka bir şeyden nikap yapsaydı sağlam ve yüce bir dağ olsa, hatta dağdan da sağlam bulunsa yine paramparça olurdu. Tanrı nuru demir duvarlardan bile geçtikten sonra artık nikap ona ne yapabilir? O nikap, hararetli bir arifin coşkunluk zamanındaki hırkasına benziyordu adeta.

Kav, önce yakılır, alıştırılır da ondan sonra ateş alır. O doğru yolu gösteren nurun aşkıyla Safura iki gözünü de yele verdi. Önce bir gözünü kapatıp baktı, Musa’nın gözündeki nuru görünce o gözü uçtu, kör oldu. Ondan sabrı kalmadı, o gözünü de açıp baktı, öbür gözünü de o ayın uğruna harcadı.

Savaş eri de önce yoksulara ekmek verir. Fakat ibadet nuru ona vurdu mu canını bağışlar.

Bir kadın Safura’ya, “O nergis gibi gözlerin elden gitti, acıklanıyor musun?” diye sordu. Safura dedi ki: Yüz binlerce gözüm olsaydı da hepsini feda etseydim. Fakat ne fayda, yok ki! Buna acıklanıyorum. Göz pencerem, ayın nuru ile yıkıldı ama ay, define gibi bu yıkık yeri yurt edindi. Define, artık bu yıkık yurdu, ev mi, dam mı, düşünmeye vakit bırakır mı?

Yusuf sokaktan geçerken yüzünün nuru her evin kafesinden içeri vururdu. Evdekiler, Yusuf bir yere gidiyor yine derlerdi. Köşede bucakta oturanlarda duvarda bir nur gördüler mi Yusuf’un geçtiğini anlarlardı. O tarafa penceresi bulunan ev, Yusuf’un geçişişinden ululanır, şeref bulurdu.

Hadi Yusuf’un geçeceği tarafa bir pencere aç da oraya otur, seyrine bak! Aşık olmak, o yana bir pencere açmaktır. Çünkü gönül, dostun cemali ile aydınlanır. Şu halde daima sevgilinin yüzüne bak. Babacığım, dinle, bu senin elindedir. Gönüllere girmeye yol bul, başkalarını düşünmeyi bırak.

Kimya elinde, deriyi bununla tedavi et de bu sıfatla düşmanları kendine dost edin! Güzelleştin mi o güzele ulaşırsın da o, ruhu kimsesizlikten kurtarır. Onun rutubeti can bahçelerini besler, yetiştirir. Soluğu gamdan ölmüş kişiyi diriltir. Yalnız aşağılık cihan saltanatını vermez, yüz binlerce çeşit, çeşit saltanatlar bağışlar.

Tanrı Yusuf’a güzellik saltanatını bağışlamakla beraber bir de ders vermeden, meşk etmeden rüya yorma saltanatını bağışlamıştı. Güzelliği onu zindana çekti, bilgisi de Zuhal yıldızına dek yüceltti onu.

Bu bilgi ve hüner yüzünden padişah, ona kul oldu. Bilgi padişahlığı, güzellik saltanatından da üstün oldu ve takdir edildi.

O dertlere uğramış garip de borç korkusu ile yola düştü, o esenlik yurduna hareket etti. Tebriz’e gül bahçelerinin yurduna yöneldi. Ve gül bahçesinde sırt üstü yatarak ümit uykusuna dalmıştı.

Şimdi, yüce Tebriz ülkesinden, o saltanat yurdundan parlayıp aydınlanmakta, nura nur katmaktaydı. O erlerin oturduğu bahçeyi görünce canı gülüyor Yusuf’un kokusunu alıyor, vuslat Mısrını duyuyordu.

Dedi ki: Ey deveyi süren, devemi ıhlat, bana yardım geldi, yoksulluğun uçup gitti. Çök ey devem, işler güzelleşti. Şüphe yok ki Tebriz, gönüllerin çöktükleri bir yurttur. Ey devem bahçelerin kenarlarında yayıl. Tebriz, bize ne güzel de bir feyiz yeri ya! Ey deveci develerin yükünü çöz. Burası Tebriz şehri, gül bahçelerinin bulunduğu yer. Bu bağda cennet parlaklığı, cennet güzelliği var. Bu Tebriz’de arş nuru var. Her an Tebrizlilere arşın yücesinden cana canlar katan bir koku gelmededir. O garip, muhtesibin evini arayınca halk dediler ki: O dost, vefat etti. Evvelsi gün dünya yurdundan göçtü. Onun ölümü yüzünden erkeğin yüzü de sapsarı, kadının yüzü de. O arş tavusuna hatiflerden arş kokusu geldi, o da arşa gitti. Halk, onun gölgesine sığınırdı. Fakat güneş, o gölgeyi tez tez dürüverdi. Evvelsi gün, bu kıyıdan gemisini sürdü. O büyük zat, bu gam yurduna doymuştu zaten.

Garip bunu duyunca bir nara attı, kendisinden geçip gitti. Sanki o da, muhtesibin ardından can verdi. Hemen yüzüne gül suyu serptiler, sular saçtılar. Yol arkadaşları, haline ağladılar. Adam, geceye kadar kendisine gelemedi, gece yarısında gayb aleminden canı geri geldi, yarı ölü bir halde ayıldı.

Aklı başına gelince dedi ki: Yarabbi, suçluyum. Halka ümit bağladım. Muhtesip cömertti ama cömertlikte hiç de senin eşin olamaz. O külah bağışlar, sen, akılla dolu baş verirsin. O kaftan verir, sen boy pos ihsan edersin. O altın verir bana, sen altın sayan el. O katır verir bana sen ona binecek akıl.

Obana ışık verir, sen aydın göz. O meze verir, sen onu yiyecek kabiliyet. O maaş verir, sen ömür ve yaşayış. Onun vaat ettiği şey altındır, senin vaat ettiğin, temiz şeyler. O oda verir, sen gök ve yer verirsin. Senin verdiğin sahada onun gibi yüzlercesi yaşar, semirir. Altın senindir, altını o yaratmada. Ekmek senindir, ekmeği sen bağışlarsın.

Ona cömertliği merhameti veren de sensin. Cömertlik ederde neşelenir; bu neşeyi, bu sevinci veren de sensin. Ben onu kendime kıble edindim de asıl kıble edilecek makamı bıraktım.

O din Tanrısı aklı, suyla topraktan karılmış balçığa ekerken biz neredeydik? Gökyüzünü yokluktan meydana getirdi, bu yer döşemesini de yaptı döşedi. Yıldızlardan kandiller yaptı, tabiatlardan kilitler ve anahtarlar. Nice gizli, aşikar yapıları şu tavanla şu döşemenin içine koydu, gizledi. İnsan yücelikler vasıflarının usturlabıdır. İnsan sıfatı onun ayetlerine mazhardır. İnsanda ne görürsen onun aksidir. Irmak suyuna akseden ay gibi hani. Usturlabında örümcek ağı gibi nakışlar vardır, ezel vasıfları onlarla anlaşılır bilinir. O usturlabın üstündeki ankebut, gayb göğü ile ruh güneşine ait şerhlerde bulunur, dersler verir, bu doğruyu bulan usturlapla ankebut, halkın eline müneccimsiz düşmüştür.

Tanrı bu yıldız bilgisini peygamberlere vermiştir. Gaybı görmek için o alemi görebilen bir göz gerek. Zamanlarca gelip geçen şu insanlar, dünya kuyusuna düşmüşlerdir. Her biri, kuyunun içinde kendi aksini görmüştür. Kuyuda sana görünen, bil ki dışarıdadır. Yoksa o aslan gibi sen de kuyuya düştün gitti.

Tavşan, onu “kuyuda kükremiş bir aslan var. Kuyuya gir de ondan öç al. Sen ondan üstünsün kopar kafasını” diye yoldan çevirdi. O mukallit de tavşana kandı, onun maskarası oldu. Kendi hayalleriyle köpürdü, coştu.

“Bu görünen şey, suyun aksettirmesinden ibaret değil mi? O her şeyi döndüren, çeviren Tanrının bir hayal göstermesinden başka bir şey mi? Diyemedi. Sen de bir düşmana kinlendin mi, ey altı duyguya zebun olan, altı duygun da yanılır, yanlışlar içerisinde kalırsın.

Halbuki ondaki o düşmanlık, Tanrının aksidir. Oradaki kahır, Tanrının kahır sıfatlarından üremiştir. Ondaki suç, sendeki suçun cinsindendir. Önce o huyu, kendi tabiatından yıkayıp arıtmak gerek. Sendeki çirkin huy, onda göründü. Çünkü o, sana bir aynadır adeta. Güzelim aynada çirkinliğini görünce aynaya saldırma. Mesela yüce yıldız, suya vurur. Sen de yıldızın aksine toprak atarsın.

Bir kutsuz yıldız bizim kutluluğumuzu alt etmek için suya geldi mi dersin. O aksi, yıldız sanır, kapansın diye üstüne toprak atar durursun. Akis gizlenir, gayb alemine gider. Sanırsın ki yıldız da söndü. O kutsuz yıldız, gökyüzündedir. Başını o tarafa kaldırmak lazım. Hatta gönlü, mekansızlık mekanına bağlamak gerek. Burada zuhur eden yomsuzluk, o mekansızlık aleminin bir aksinden ibarettir. Vergiyi Tanrı vergisi, ihsanı Tanrı ihsanı bil. Çünkü bu aksi, beş duygu alemiyle altı cihet alemine veren odur.

Aşağılık kimselerin ihsanı, kumdan artık bile olsa yine sen ölürsün, o vergiler senden arda kalır. Akis gözde ne kadar kalabilir ki? Ey eğri gören, aslı görmeyi kendine hüner yap.

Tanrı yalvarıp yakaranlara ihsanda bulundu mu onlara ihsan ettiği şeylerle beraber uzun bir ömür bağışlar. Nimeti de ebedidir onun, nimet ettiği de ebedilik verir. O, ölüleri bile diriltir, ona baş vurun! Tanrı, lütfetti mi o lütuf, can gibi sana karışır, seninle bir olur. Adeta sen o olursun, o, sen olur. Sende ekmek ve suya iştah yoksa bu ikisi de olmaksızın sana tertemiz bir rızk verir yine. Semizliğin gittiyse Tanrı, gayb aleminden lütfeder, sana zayıflıkta bir gizli semizlik, şişmanlık verir.

O peri ve cine kokuyu gıda etmiş, meleklere can gıdası vermiştir. Can nedir ki ona dayanıyorsun? Tanrı kendi aşkı ile seni diriltir. Ondan aşk diriliği iste, can isteme. O rızkı iste, ekmek dileme. Halkı su gibi arı duru bil. O suya akseden, ululuk ıssı Tanrının sıfatlarıdır. Onların bilgileri, adaletleri, lütufları akar suya aksetmiş yıldıza benzer. Padişahlar, Tanrı saltanatına mazhardır; bilgi sahipleri, Tanrı bilgisinin aynasıdır.

Zamanlar geçti gitti. Bu yeni bir zaman. Ay, o ay ama su, o su değil. Adalet, o adalet. Bilgi de, o bilgi. Fakat o zamanlarda gelip geçen ümmetler, geldiler geçtiler.

Ey akıllı er, zamanlar, zamanların üstüne geldi; hepsi be birer birer bir teviye gelip geçti. Fakat şu manalar, daimi ve hep o. O arktaki su kaç kere değişti. Fakat ayın aksiyle yıldızların aksi hep var. Çünkü yapısı, su üstüne kurulmamış, gökyüzü sahasında onlar.

Bu sıfatlar, bil ki mana yıldızları gibi mana göklerindedir. Güzeller, onun güzelliğinin aynası. Onlardaki aşk, onun istemesinin aksi. Bu göz kaş, bu boy pos, daima aslına gider durur. Suya akseden hayal, kalır mı hiç?

Bütün tasvirler, ırmak suyundaki akislerdir. Gökyüzünü ovdun mu görürsün ki hepsi de o. Derken o garibin aklı dedi ki: Şu şaşılığı bırak. Sirke pekmezdir, pekmez de sirke.

O muhtesibi, noksanın yüzünden ayrı bildin. Gayretli padişahlardan utan a şaşı! Havanın üstündeki esirden bile ileri gitmiş olan zatı şu karanlıklarda oturan farelerden sayma. Onu can olarak gör, ağır cisim olarak görme. Onu beyin gör, kemik olarak görme. Ona melun iblisin gözü ile bakma, onu toprağa mensup sayma.

Güneşle yoldaş olana yarasa deme. Kendisine secde edileni secde eder bilme. Bu da akislere benzer ama akis değildir. akis suretinde Tanrının görünüşüdür bu. O, bir güneş görmüştür, cansız ve donmuş bir halde kalmamıştır. Şırlağan yağı, gül yağı olmuştur; şırlağan yağı kalmamıştır.

Tanrı Abdal’i de, fani varlıklarını değiştirdiler mi artık halktan değildirler, çevir bu yaprağı. Birlik kıblesi, nasıl olur da iki olur? Toprak, nasıl olur da meleklerin secde ettikleri bir şey olabilir? Adam, bu ırmakta elma aksini gördü ama bu görüşü de, eteğini elmayla doldurdu. Bu görüşü, yüzlerce çuvalı elmayla doldurdu. Artık, ırmakta gördüğü, nasıl olur da hayal olur? Ten görme de o sağır ve dilsizler gibi kendilerine doğru bir şey söylenince inkar edenlerden olma.

O zat, “Attığın vakit sen atmadın, Tanrı attı” sırrına mazhar olmuştur. Onun gürüşü, Tanrı görüşüdür. Ona hizmet Tanrıya hizmettir. Gündüzü görmek, bu pencereyi görmektir.

Hele şu pencere yok mu? O, kendinden parlamadadır. Ondaki nur, güneşin, yahut Ferkat yıldızının eğreti nuru değildir. o pencereye vuran nur da yine o güneştendir ama bilinen yoldan, bilinen taraftan gelmemiştir o. Bu pencereyle güneş arasında öyle bir yol vardır ki başka pencereler, o yolu bilmez.

Bir bulut gelse de güneşi örtse güneşin nuru bu pencereden köpürür, çağlar. Bu pencereyle güneş arasında şu havayla altı cihetten başka bir yoldan bir ülfet, bir ünsiyet vardır.

Onu övmek, onu tesbih etmek, Tanrıyı övmek, Tanrıyı tesbih etmektir. Bu tabağın meyvesi, kendiliğinden biter. Bu sebepten salkım salkım elmalar biter. Bu sepete ağaç adını taksan hiç yanlış olmaz. Bu sepete elma ağacı de. İkisinin arasında gizli bir yol var zaten. Meyve veren bir ağaçtan ne biterse aynen bu sepetten de biter, bu sepet de o çeşit meyveleri verir. Şu halde artık sepeti baht ağacı gör de bu sepetin gölgesinde bir hoşça otur.

Ekmek, insana mülayemet verince ey sevgili dost, artık neden ona ekmek dersin? Mahmude de. Yoldaki toprak göze ve cana parlaklık verirse o toprağı sürme gör, sürme bil. O nur, bu topraktan çıkıp parlarken artık ben ne diye başımı göğe kaldırayım? O yok oldu, ey küstah, ona var deme. Böyle bir ırmakta hiç kuru toprak kalır mı? Bu güneşin önünde yeni ay parlayabilir, yahut böyle bir Rüstem’e karşı Zal’in kuvveti para eder mi?

Tanrı da diler ve üstündür o. Nihayet varlıkların kökünü kazır, hepsini yok eder. İki deme, iki bilme, iki çağırma. Kulu efendisinde yok olmuş bil. Efendi de efendiyi yaratanın nurunda yok olmuş, ölüp gitmiş gömülmüştür.

Bu efendiyi Tanrıdan ayrı bildin mi metni de kaybedersin, dibaceyi de. Gözünü gönlünü topraktan çevir. Bu, bir tek kıbledir, iki kıble görme. İki gördün mü iki taraftan kalırsın. Pabuca bir ateştir düşer, pabuç da yanar gider.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder