26 May 2009
EYAZ'IN DEFİNESİ
Hikaye 108 Cilt 5
Eyaz, pek akıllı, fikirli olduğundan postu ile çarığını bir odaya asmıştı. Her gün o boş odaya gider, kendi kendisine ululanma derdi, işte çağırın şu. Padişaha onun bir odası var dediler, oraya biriktirdiği altınları, gümüşleri altın küplerini koymuş. Kimseyi oraya sokmuyor. Daima kapısını kapalı tutuyor.
Padişah dedi ki: Tuhaf şey. O kölenin bizden gizlediği nedir ki acaba? Bir beye, oraya git, gece yarısı kapıyı aç. Odaya gir. Ne bulursan yağma et, sırrını da kapı yoldaşlarına aç. Bizden bu kadar ikramlar gördüğü, sayısız lütuflarımıza nail olduğu halde hasisliğinden altın gümüş biriktiriyor ha!
Vefa gösterme de seviyorum demede, coşup köpürmede. Hey gidi buğday gösterip arpa satan hey! Sevgide dirilik bulana kulluktan başka her şey haramdır, dedi.
Gece yarısı o bey, otuz tane güvenilir adamla Eyaz’ın odasını açmaya gitti. Bunca yiğit meşaleler yakmışlar, sevinerek odaya gidiyorlar. Padişahın emri bu. Odayı açacak, altın torbalarını alacağız diyorlardı. Onların birisi hey gidi hey diyordu, altın da nedir? akik, lâl ve inciden haber ver.
Çünkü padişah mahzeninin en has kulu o. Hatta bu güz o padişaha can mesabesinde. Böyle bir sevgiye karşı yakutun, lâl-in akikin sözü mü olur?
Padişahın ondan şüphesi yoktu. Sınama için bir latifeye girişmişti. Onu her türlü gıllugıştan temiz biliyordu. Fakat yine de vehmimden gönlü titriyordu. Allah esirgesin diyordu, ya böyle bir şey çıkarda bundan incinirse. Utanmasını hiç istemem. Bunu yapmamıştır ya, yapsa bile pekala yapmış. O benim sevgilim, ne dilerse yapsın! Sevgilimin yaptığını ben yaptım demektir. Ben perdeyim ama hakikatte o benden ibarettir, ben de oyum.
Sonra ondan diyordu, bu çeşit huylar ne kadar uzak. Bu saçma bir söz beyhude bir hayal. Eyaz’ın böyle bir şey yapmasına imkan yok. Çünkü o bir deniz ki dibini görmenin imkanı bulunmaz. Yedi deniz de o denizin bir katrası. Bütün varlık onun dalgasından bir damla. Bütün temizlikleri o denizden elde ederler. Katraları teker,teker birer sırça yapan sanatkar. O padişahlar padişahı, hatta padişahlar meydana getiren o. Yalnız kötü göz deymesin diye adı Eyaz olmuş.
Kötü öz şöyle dursun, iyi gözler bile onu nazarlar. Çünkü güzelliğinin haddi yok, elbette kıskanacaklar. Gökler kadar geniş bir ağız isterim ki o meleklerin bile kıskandıkları güzeli öveyim. Hatta bu çeşit bir ağza sahip olsam, yahut bunun yüz misli geniş bir ağız elde etsem yine de feryat-ü figan o ağza sığamaz.
Fakat ey dayandığım dost, bu kadar da söylemesem gönül sırçası, zayıflığından çatlayacak. Gönül sırçasını pek nazik gördüm de biraz teskin edebilmek için nice cüppeler yırttım.
Güzelim; ben her ay başı mutlaka üç gün deli olurum. Kendine gel bu gün o üç günün ilki. Bu gün zafer günü firüze günü değil. Padişahın derdine düşen her gönle anbean ay başı var. Deli oldum da Mahmut’un hikayesiyle Eyaz’ın vasıflarını söyleyemedim kaldı gitti işte.
Çünkü film rüyaya Hindistan’ı gördü. Köy harap oldu, haraçtan ümidini kes. Aklım fikrim zayi olduktan sonra nasıl nazım düzebilir, kafiyeye riayet edebilirim? Dertlerle deliliğim bir değil ki. Bende delilik içinde delilik var, delilik içinde delilik. Yoklukta varlığı göreli bedenim gizli işaretlerden eridi bitti.
Ey Eyaz aşkınla kıla döndüm, hikayeyi söylemeden kaldım, artık sen benim hikayemi söyle. Ben aşkla senin hikayeni çok söyledim. Artık ben hikayeye döndüm, sen benim hikayemi oku. Ey uyduğum zat, zaten okursun, ben okuyamam. Ben Tur dağına benzerim, sen Musa’sın bu da ses. Biçare dağ söz nedir, ne bilsin? Dağ, bomboştur, sözü Musa bilir. Dağ bilse,bilse kadrince bilir. Beden ruh letafetinden çok az bir şeye maliktir.
Ten hesaplarsan usturlaba benzer, güneşe benzeyen ruhun bir delilidir. Gözü iyi görmeyen müneccimin usturlaba müracaatı zaruridir. Güneşi usturlapla hesaplaması lazımdır ki güneşin nerede bulunduğundan bir koku alsın. Doğruyu usturlapla arayan can, gökyüzünü ve güneşi ne kadar bilebilir? Sen göz usturlabı ile bakıp gördükçe alemi pek dar görürüsün. Sen alemi gözünün alabildiği kadar görebilirsin. Halbuki alem nerede, sen neredesin? Niye bıyığını buruyorsun ya? Ariflerin bir sürmesi vardır, onu ara da dereye benzeyen şu gözün deniz kesilsin.
Zerrece aklım fikrim varsa bu ne sevdadır, bu ne dağınık söz? Aklım, fikrim başımda yoksa benim bunda ne günahım var? Benim günahım yok ama aklımı alan sevgilinin de günahı yok. Bütün akılların aklı onun huzurunda ölüp gitmede.
Ey akıllara fitne salan, onları hayran eden, akılların senden başka sığınacağı yer yok. Beni çıldırttığın demden beri aklı hiç arzulamadım. Beni süsleyip bezediğin zamandan beri güzelliğe hiç haset etmedim. Senin sevdana düşüp çıldırmam hoş ve iyi değil mi? Tanrı sana hayırlar versin, evet iyi de!
O ister Arapça söylesin ister Farsça. Nerede bir kulak nerede bir akıl ki o sözleri anlasın. Onun şarabı, her aklın harcı değil. Onun küpesi her kulağın oyuncağı değil. Bir kere daha delicesine geldim işte. Yürü, yürü ey can, çabuk bir zincir getir. Fakat sevgilimin zülfünden başka iki yüz tane zincir olsa kırarım ha.
Yine Eyaz’ın aşk hikayesine dön. Çünkü o hikaye sırlarla dopdolu bir hazinedir. Her gün o güzelim odaya çarığını postunu görmeye giderdi. Çünkü varlık, insanı adamakıllı sarhoş eder, aklını başından alır, utancını gönlünden. Önce gelenlerden nice yüz binlerce taifeyi varlık sarhoşluğu, bu geçitte yere yıktı.
İblis de neden Adem benden üstün olsun ki deyip Azazil kesildi. Ben hem hocayım hem hoca oğlu. Yüz binlerce hünere kabiliyetim var, her şeyi yapabilirim. Hüner ve marifette kimseden aşağı değilim ki hizmet etmek üzere düşmanın önünde ayak üstü durayım.
Ben ateşten doğdum, o balçıktan. Ateşe karşı balçığın ne değeri vardır ki? Ben alemin en ulusu, zamanın övünülecek kişisiyken o vakit o neredeydi? Dedi.
Şeytanın can ateşi alevlenmede. O bir ateştir ki aslı gibi. “Çocuk babasının sırrıdır” denmiştir. Hayır yanlış söyledim. O ateş Tanrı kahrıdır. Bu hususta bir sebep göstermeye ne hacet? Sebepsiz ve sebeplerle hiçbir münasebeti olmayan bir iş, ezelden beri daima olagelmektedir. Onun sebepsiz ve illetsiz pak sanatına, ne sonradan yaratılan bir şeyin sebebi sığar, ne de sonradan yaratılan bir şey.
Baba sırrı da ne oluyor? Babamız onun yaratışı. Yaradılış içtir, babaysa deriye benzer bir suret. Bil ki ey aşk fındığı, dostun aşktır. Canını iç haline getirmek ister de derini yırtar, döker.
Sevgilisi deri olan kişinin derisini Tanrı, her an değiştirir durur. Manen için, ateşe hakimdir. Fakat kabukların, ateşe ancak odun olabilir. Ateşin kudreti, içinde su olan tahta testinin dışındadır. İnsanın sırrı ateşten üstündür. Hiç cehennemin maliki ateşe helak olur mu?
Şu halde sen, bedenini çoğaltma, mananın fazla olmasına bak ki Malik ateşten üstün olasın. Halbuki sen deri üstüne deriye bürünüyor, derilere bürünmüş bir kurda dönüyorsun. Ateşin yiyeceği ancak deridir. Tanrı kahrı kibrin derisini yırtar, yüzer. Bu kibirlenme, derinin bir neticesidir. Kibrin mevkii, malı, o sevgiliden, deriden meydana gelir.
Bu kibirlenme nedir? içten haberdar olmamak. Donan suyun güneşten gafil oluşu gibi. Fakat su güneşten haberdar oldu mu buzu kalmaz, yumuşar, ısınır akıverir.
İçi görmek, bütün bedeni hor etmek, aşık olmaktır. Çünkü bu taktirde bütün beden tamahtan ibaret olur. “Tamah eden alçalır” denmiştir. Fakat içi görmeyen, deriyle kanaat eder. “Kanaat eden yüceldi” bağı, ona zindan olur. Burada yücelik kafirliktir alçalmak din. Taş taşlıktan fani olmadıkça yüzüğe takılır mı? Hem hala taşsın, hem de ben diyor, varlık güdüyorsun. Halbuki senin yoksullanmanın, yok olmanın tam zamanı.
Kafir, daima mal ve mevki arar. Çünkü külhan, fışkı ile tavlanır. Bu iki dadı, mal ve mevki, deriyi şişirir, yağla etle, kibirle, benlikle doldurur. Kafirler gözlerini işin içine atmadılar da o yüzden deriyi iç sandılar.
Bu yola kılavuz İblistir. Çünkü mevki tuzağına ilk avlanan odur. Mal yılana benzer mevki ise ejderhadır. Tanrı erlerinin gölgesi bu ikisine de zümrüttür. Yılanın o zümrütten gözü kamaşır, kör olur; yolcu da kurtulur.
O ulu, yani İblis, önce bu yola diken döşemiştir. Onun için her incinen, lanet şeytana der. Yani bu dert, bana onun hilesinden geldi. Hilede ilk önce ayak olan odur demek ister. Ondan sonra nice zamanlar geçmiş, niceleri gelip gitmiş, fakat herkes, onun yoluna ayak basmıştır.
Yiğidim kim bir kötü adet koysa, ondan sonra halk körlüğünden o adete uysa. Bütün o adeti işleyenlerin günahı, o adeti ilk koyana da yazılır. Çünkü o, baştır öbürleri kuyruk. Fakat Adem, ben topraktan yaratıldım diye o çarıkla postu önüne koymuştur.
Eyaz gibi o da çarığını göz önünde tuttu, sonunda akibeti Mahmut oldu. Mutlak varlık yoklukları meydana getirip durur. Yokluktan başka var yaratan iş yurdu var mı? Adam, yazılmış kağıda yazı yazar mı, yahut fidan dikilmiş fidanlığa tekrar fidan diker mi? Yazmak için yazılmamış bir kağıt arar. Tohum ekmek için ekilmemiş bir yeri aktarır.
Sen de kardeş tohum ekilmemiş bir yol ol, yazılmamış beyaz bir kağıt kesil de, “Nun vel kalem” yazısı ile şeref kazan, sana da o kerem sahibi tohum eksin. Bu palüzeden tatmamış ol. Gördüğün mutfağı görmezlikten gel. Çünkü bu palüze insana sarhoşluk verir de postla çarık hatırından çıkar. Can verme ve ölüm zamanı gelince sonra ah eder, o zaman hırkanı çarığını anarsın.
Fakat çirkinlik dalgasına dalmadıkça, sana bir sığınacak bulunmadıkça, o doğru düzen gemiyi aklına bile getirmez, çarık ve pöstekine göz bile atmazsın. Fakat yokluk denizine daldın da aciz oldun mu sevgi davasına düşer, “Rabbimiz kendimize zulmettik” demeye kalkışırsın.
Şeytan der ki: Hele şu hama bakın. Şu vakitsiz öten horozun kesin başını.
Bu huy Eyaz’ın zekasından uzaktır. Yalvarıp yakarmadan namaz kılmaz o. O, önceden de gökteki horozdur. Onun nazarları tam zamanındadır.
Ey horozlar, ötmeyi para için değil, Tanrı için ötenden öğrenin. Yalancı sabah gelir, onu aldatamaz. Yalancı sabahı, ona iyilik ve kötülük alemidir. Dünya ehlinin aklı, noksan olduğundan yalancı sabahı, sahici sabah sanırlar. Yalancı sabah, nice kervanın yolunu vurmuştur. Kervancılar, o yalancı aydınlığı sabah sanıp yola çıkmışlardır. Yalancı sabah, halka kılavuz olmasın. Çünkü nice kervanları yele vermiştir.
Ey yalancı sabaha kapılan, sahici sabahı da yalancı görme. Nifaktan, kötülükten kurtulduysan neden kardeşin hakkında kötü zanna düşüyor, münafıklık diyorsun? Kötü zanda bulunanın işi, daima çirkindir. Dostun hakkında da kemdi kitabını okur o. Eğrilikte kalan aşağılık kişiler, peygamberlere de büyücü ve eğri adam dediler.
O kötü düşünceli aşağılık beyler de Eyaz’ın odası hakkında böyle kötü düşünceye saptılar. Orada definesi, hazinesi var dediler. Başkalarını kendi aynanda görme. Padişah onun temizliğini biliyordu. O araştırmayı onlar için yaptırıyordu.
O beye, odayı gece yarısı aç da haberi olmasın. Bu suretle düşünceleri meydana çıksın. Ondan sonra ona yapılacak şeyi biz biliriz. O altınları mücevherleri de size bağışladım. Yalnız neler çıktığını bana haber verin, o kadar dedi. Dedi ama eşi olmayan Eyaz için de içi titremekteydi. Bunları ben mi söylüyorum? Bu sözleri duysa ne hale gelir? Diyordu. Sonra da diyordu ki: Dini hakkı için onun temkini bundan da artıktır. Benim sitemime kızmaz, benim sözümden alınmaz, maksadımı sırrımı anlar.
Bir belaya uğrayan, o dertten perişan olmaz, bir çok tevillerde bulunur. Eyaz’da sabırlıdır, tevillerde bulunur. O işin sonuna bakar. Yusuf gibi, bu zindandakilerin rüyalarını tabir eder, tabiri onca aşikardır. Rüyasını yoramayan başkasının rüyasını nasıl yorabilir? Ben onu sınasam, sınama yüzünden ona yüzlerce kılıç vursam yine o merhametli sevgilinin sevgisi eksilmez. Bilir ki o kılıcı kendime vuruyorum.
Ayrılık derdinden Mecnun, ansızın hastalandı. İştiyak aleviyle kanı kaynadı, nihayet boğaz illetine tutuldu. Tedavi için hekim geldi. Gördü ki damarını yarmak ve kan almaktan başka çare yok. Kanı defetmek için hacamat lazım dedi. Çağırdılar hünerli bir hacamatçı geldi. Kolunu bağladı, şiş olan yeri deşeceği sırada o huyu, aşktan ibaret olan aşık, bir nara attı.
Dedi ki: Paranı al git, hacamat etme. Ölürsem öleyim, bu köhnemiş beden bırak ölsün!
Hacamatçı dedi ki: Bundan ne korkuyorsun sen kükremiş aslandan bile korkmazsın. Geceleyin aslan, kurt, ayı, yaban sığırı gibi hayvanlarla bütün yırtıcı hayvanat, saf,saf çevrene toplanırlar. Onlar sende aşk ve vecitten başka hiçbir şey görmezler. Senden insan kokusu almazlar.
Kurt, ayı ve aslan bile aşk nedir, biliyor. Artık aşktan kör olan kişi köpekten de aşağıdır. Köpekte aşk damarı olmasaydı Ashabı kehf’in köpeği, kalp erbabını arar mıydı hiç? Şöhret olmamıştır ama alemde onun cinsinden çok köpekler vardır. Sense kendi cinsinden olandan bile bir koku almadın. Artık kurtla koyundan aşk kokusunu nereden alacaksın?
Aşk olmasaydı, varlık nereden olurdu? Ekmek nasıl olur da gelir senin vücuduna katılırdı? Ekmek varlığa katıldı neden? Aşktan, istekten. Yoksa ekmeğin can olmasına yol var mı? Aşk ölü olan ekmeği can haline getirmede, fani olan canı ebedileştirmede.
Mecnun dedi ki: Ben yaradan korkmuyorum. Sabrım, taştan yapılma dağlardan da fazladır. Yarasız durmaya hayatta tahammülüm yok. Yaralara aşığım, onlara koşa,koşa giderim. Fakat vücudum Leyla ile doludur. Bu sedef o incinin sıfatları ile dolmuştur.
Ey hacamatçı, korkarım beni hacamat ederken Leyla’yı yaralarsın. Gönlü aydın olan akıllı kişi, bilir ki benimle Leyla arasında bir fark yok.
Bir sevgili aşkını sınamak istedi de bir seher çağı dedi ki: Ey falan oğlu falan, ey dertlere uğramış aşık, beni mi daha çok seversin kendini mi? Doğru söyle.
Aşık dedi ki: Ben, sende öyle bir fani olmuşum ki tependen tırnağa kadar seninle doluyum. Varlığımdan bir addan başka bir şey kalmadı. Ey güzelim, vücudumda senden başka bir varlık yok. Bu sebeple sirke bal denizinde nasıl yok olursa ben de sende öyle yok oldum. Hani taş halis lal haline gelir, güneşin sıfatları ile dolar ya, artık onda taşlık kalmaz. Onun önü de güneşin sıfatıyla dolar, ardı da. Ondan sonra kendini severse o güneşi sevmektir civanım. O, canla başla güneşi sever yine şüphe yok ki kendisini sevmiş olur. Halis lal, ister kendisini sevsin, ister güneşi.
Bu iki sevgide zaten fark yoktur. Her iki tarafta da doğu ışığından başka bir şey yoktur ki. Fakat taş lal olmadıkça kendisine düşmandır. Çünkü orada bir varlık değil, iki varlık vardır. Çünkü taş karanlıktır, gündüz bile kördür. Karanlıksa hakikatte nurun zıddıdır.
O, kendisini sever, kafirdir. Çünkü, büyük güneşi men eder durur. Şu halde taşın “ben” demesi yaraşır bir şey değil. O, daima karanlıktadır, yokluktadır.
Firavun ben Tanrıyım dedi alçaldı. Mansur Ben Hakkım dedi kurtuldu. O “Benim” deyişin ardından hemen Tanrı laneti ulaştı. Fakat ey seven kişi, bu “Benim” deyişin ardından hemen Tanrı rahmeti ulaştı. Çünkü, o kara taştı, bu akik. O, nura düşmandı bu aşık.
Bu “Benim” demek, a boşboğaz, hakikatte odur demektir. Fakat iki nurun birleşmesi gibi de değil,, bir şeyin bir şeye sızması gibi de değil.
Çalış da taşlığın azalsın, lal ol da taşın nurlansın. Savaşta, zahmet çekmede sabırlı ol da anbean yoklukta varlık bul. Sende her zaman taşlık sıfatı azalsın, lal sıfatı kuvvetlensin. Bedenden varlık sıfatı gitsin, başındaki sarhoşluk çoğalsın. Kulak gibi tamamı ile kulak ol da sana lal küpe takılsın.
Kuyu kazan adam gibi sen de adamsan şu bedenin kuyusunu kaz da suya ulaş. Fakat duru suyun rabbinden bir cezbe gelirse kuyu kazmadan da su, yerden fışkırır. Yalnız sen buna kulak asma da kazmaya savaş. Yavaş,yavaş kuyunun toprağını deş derinleştir. Kim zahmet çekerse defineyi elde eder. Kim çalışır çabalarsa devlete ulaşır.
Peygamber, Rukü ve secde varlık halkasını Tanrı kapısına vurmaktır dedi. Kim o kapının halkasını döverse elbette ona devlet baş gösterir.
O emin adamlar, hazine, altın ve altın dolu küpler bulmak üzere oda kapısına geldiler. Yüzlerce hünerle ve istekle çırpınarak kilidi açtılar. Çünkü kilit pek sağlamdı, adamakıllı kilitlenmişti. Aynı zamanda başka kilitlere de benzemiyordu.
Eyaz bu odayı hasisliğinden, yahut malını, ham altınını gizlemek için değil, bu sırrı halktan gizlemek için kilitlemişti. Bazıları kötü hayallere kapılır, bir kısım halkta bana riyakar der demişti. Himmetli adamların öyle can sırları vardır ki lal madeni gibi onları aşağılık adamlardan gizlerler. Fakat ahmaklarca altın, candan yeğdir. Padişahların yanındaysa can altını saçılır.
Onlarda altın hırsı ile hararetlenmişler, koşuyorlardı. Akılları böyle hızlı gitmeyin, daha yavaş olun diyordu ama dinleyen kim? Hırs beyhude yere seraba doğru koşar. Akılsa iyi bak der o su değil. Hırs üstün gelmişti, altın da can gibi sevgiliydi. Artık o anda aklın sesi duyulmaz olmuştu. Hırsları şamataları bir iken yüz olmuştu. Aklın tedbir ve irşadı artık gizlenmişti. Nihayet aldanma kuyusuna düşecekler, o vakit hikmetin kınamasını duyacaklardı.
Tuzağın ipine dolaşıp gururu kırılınca nefsi levvamenin kınanmasını işiteceklerdi. Bu çeşit adam, başını bela duvarına çarpmadıkça kulağı sağırdır, gönlün öğüdünü duymaz. Helva ve şeker hırsı çocukların iki kulağını sağır eder, öğütleri duymaz. Fakat çıban çıkarmaya başladı mı kulakları açılır, öğütleri dinler.
O birkaç kişi yüzlerce hırsla, yüzlerce hevesle odanın kapısını açtılar. Kokmuş ayrana üşüşen, ayranın içine düşen sinekler gibi birbirlerini çiğneyerek odaya girdiler. Sinekler de ayrana debdebeyle ve koşa,koşa atılırlar ama içine düştüler mi içmelerine imkan bulunmaz, iki kanatları da ıslanır kala kalırlar.
Onlar da içeri girip sağa, sola bakındılar. Fakat odada bir yırtık çarıkla bir eski kürkten başka bir şey yoktu. Tekrar burası boş olamaz. Bu çarık, işi gizlemek için konmuş. Keskin kazmalar getirelim de yeri kazalım dediler. Her tarafı kazdılar eştiler. Delikler açtılar, derin,derin çukurlar kazdılar. Çukurları kazarlarken o çukurlar, onlara, a kazıcılar, bizde bir şey yok diyordu.
Nihayet bir şey bulamayınca bu zandan utandılar, çukurları doldurmaya koyuldular. Her biri sayısız Lahavle okumaktaydı. Tamah kuşları gıdasız kalmıştı. Duvarın, kapının yarıkları, delikleri, onların o beyhude sapıklığına şahitti. Sanki duvar değildi, inkar edememeleri için Eyaz’ın huzurunda onlar aleyhinde birer tanıktı.
Suçsuz birisine bir töhmet atıldı mı duvar ve ören tanıklık verir. Hasıla üstleri, başları tozla toprakla dolu, yüzleri sapsarı utanmış bir halde Padişahın huzuruna vardılar.
Padişah mahsustan fikrini gizleyerek onlara “Hayrola koltuklarınızda ne altın var, ne torba. Paralarla ağır kumaşları gizlediyseniz yüzünüzdeki neşe nerede? Dedi.
Kök, gizlice ürer, kök verir ama “Eseri, yüzlerinde görünür” yaprağı yemyeşildir. Yücelmiş dal, o kökün zehirden, şekerden ne yediyse, yediklerini bağıra,bağıra ilan eder. Kökte bir maya bir sermaye yoksa daldaki bu yeşil yapraklar nedir? toprak, kökün ağzını mühürlese bile el ve ayak dalları tanıklık verir.
O emin adamlar, hep birden gölge gibi padişahın huzurunda secde edip özür getirdiler. O kızgınlığın, o benlik davasının mazur görülmesini niyaz etmek için huzura kılıç ve kefenle gittiler. Utançlarından her biri parmaklarını ısırıyorlardı. Her biri cihan padişahı diyordu.
Kanımızı dökersen sana helaldir. Canımızı bağışlarsan bu da bir nimettir, bir lütuf ve ihsandır. Biz, bize layık olanı işledik. Artık ey ulu padişah, sen ne buyruk yürütürsen yürüt.
Ey gönülleri aydınlatan Padişah, suçumuzu bağışlamazsan haklısın, bağışlarsan lütuf etmiş olursun. Geceleyin gece gibi hareket etmiş, gündüzün gündüz gibi hareket etmiş olursun. Bağışlarsan ümitsizliğimiz gider, bağışlamazsan bizim gibi yüzlercesi sana feda olsun.
Padişah dedi ki: Bu yanıp yakılmayı, bu yalvarıp yakarmayı ben istemem. Bu Eyaz’ın hakkı. Bu kötülük bana değil onadır. Bu yara, o izi güzel kölenin damarlarına vurulmuştur. Can bakımından biriz ama görünüşte bu kârdan, bu zarardan uzağım ben.
Kulun bir töhmet altına alınması, padişaha ayıp değildir. bu, padişahın ancak bilimini keremini gösterir. Padişah töhmet altına alınanı ihsanları ile Karun gibi zengin ederse suçsuza bakınca neler yapmaz?
Padişahı gafil sanma. O, herkesin yaptığını bilir. Yalnız bildiğini dışarıya vurmasına hilmi rıza vermez. Onun bilgisine karşı “Burada kim şefaatçi olabilir?” Onun hilminden başka pervasızca kim şefaat edebilir? Zaten o suç, önce onun hilmi yüzünden meydana gelir. Yoksa onun korkusu, kimde suç işlemeye mecal bırakır ki?
Adam öldürenin kan diyeti Padişahın hilmine havale edilmiştir. Nefsimiz sarhoştu kendinde değildi. O hilimden haberi yoktu. Şeytan, sarhoşluğundan istifade etti de külahını kaptı.
Halimliğinin sakisi şarap dökmeseydi Şeytan, nereden Adem’le kavgaya girerdi?
Meleklere bilgi belletildiği zaman Adem onların hocasıydı; paralarının ayarına bakan oydu. Fakat cennette hilim şarabını içtiği için Şeytanın bir oyunu ile yüzü sarardı.
O bela, Tanrı belletmesinin incileriydi. Onu çabuk çevik bilgi sahibi yapmıştı. Yine Tanrının kuvvetli hilim afyonu, hırsız Şeytanı, onun eşyasına doğru sürmüş, getirmişti. Akıl, sakim sensin, elimden tut diye onun hilmine gelir sığınır.
Ey Eyaz suçlulara hükmet. Ey tertemiz olan ve kötülüklerden yüzlerce defa sakınıp çekinen Eyaz! Seni iki yüz kere kaynatıp sınasam sende yine bir hile bulamam. Sayısız halk sınanmadan utanır. Halbuki sınamalarda sen herkesi utandırıyorsun. Bu,yalnız bilgi değil, adeta dağ, yüzlerce dağ.
Padişah bu sözleri söyleyince Eyaz dedi ki: Padişahım, bu lütuf ve ihsan, senin lütuf ve ihsanındır. Bunu böyle bilirim ben, ancak o çarıkla posttan ibaretim. Onun için Peygamber bunu anlattı, dedi ki: Kim kendisini bilirse Tanrısını bilir.
Çarığın menidir, kanın post. Hocam bundan ötesi hep onun ihsanı. Başka yok, bu, bu kadardır deme. Daha arayıp isteyesin diye ihsan etmiştir. Bağcı, bostanının fidanlarını, mahsulünü bilesin diye sana birkaç elma verir. Buğdaycı, alıcıya bir avuç buğday verir ama ambarındaki anlasın diye.
Bilgisini, bilgisinin çokluğunu anlasın diye hoca, sana birkaç mesele anlatır. Yok, ilmi işte bu kadar dersen sakaldan çerçöp silker gibi seni atar, kendisinden uzaklaştırır.
Ey Eyaz, şimdi gel de ceza ver. Alemde görülmemiş bir adaletin temelini koy. Suçluların ölümüne müstahaktır. Fakat affını hilmini gözetiyorlar, tamahları buna. Bakalım, merhametin mi üstün olacak, öfken mi? Kevser suyu mu üste çıkacak alev mi?
Halkı avlamak için Elest ahdinden beri hilim dalı da hışım dalı da... İkisi de var. Bunun için o apaçık Elestü sözünde nefiyle ispat birbirine eşit. Çünkü bu söz, ispatı bildiren bir sorgudur, fakat onda “Leyse-değildir” sözü gömülüdür. Bırak da bu ham anlayış kalsın. Hasların kasesini halkın önüne koyma.
Allah’ın kahrı vebaya, lütfu da sabah yeline benzer. Birisi demiri çeker, öbürü saman çöpünü. Tanrı, doğruları doğru yola kadar çeker. Batıl olanlarda batılları çekerler. Mide helvayı severse helvayı çeker, safraya mensupsa sirkeyi ister. Sıcak döşeme, üstüne oturanın soğukluğunu alır, soğuk döşeme hararetini alır.
Dost görürsen sevgin kaynar, düşman görürsen kızar, öfkelenirsin. Ey Eyaz, bu işi çabuk bitir. Çünkü bu, bir çeşit öç almadır ki beklenmekte.
Eyaz, padişahım dedi, bütün ferman senin. Güneş varken yıldız görünmez. Zühre, Utarit, yahut da şahap ne oluyor ki güneş varken görünebilsin. Hırkamla postumdan geçebilseydim hiç böyle kınama tohumu eker miydim? Odanın kapısındaki kilidi açmak da neydi? Hayale kapılan yüzlerce hasetçi bundan ne umuyordu? Suyun içine el atmışlar, her biri dere de kuru toprak arıyordu. Hiç derede kuru toprak bulunur mu? Hiç balık suya asi olabilir mi?
Bu yoksulun cefacı olduğunu sanıyorlardı. Halbuki, öyle vefalıyım ki vefa bile benim vefamı görür de utanır. Mahrem olmayanlardan çekinmeseydim vefaya ait birkaç söz söylerdim. Alem şüpheci ve tutulacak bir yer arayıcı. Onun için bizde deriden hariç söz söyleyelim. Kendini kırarsan iç olur, içe ait latif hikayeler duyarsın.
Cevizin kabuğunda ses vardır ama içinde, yağında ses ne gezer. Onun da sesi vardır, vardır ama kulak duyamaz. Onun sesi, güzelim kulaktan gizlidir. Yoksa için sesi pek güzeldir. Onu duyan, kabuğun şakırtısını dinler mi hiç?
Sen sükut ederek içi elde edesin diye o şakırtıya tahammül ediyorsun. Bir müddet dudaksız, kulaksız ol da sonra dudak gibi tatlı şeylere eş ol. Niceye bir nazım ve nesir söyleyecek, sırları açığa vuracaksın? Hocam, bir günceğiz de şunu sına, dilsiz ol bakalım.
Ne kadar zamandır kabız veren acı ve sert yemekler pişirdin, bir kere de tatlı yemekler pişirmeyi dene. Birisi, kıyamette kendine gelir. İsyan defteri, eline simsiyah olarak verilir. Yas mektupları gibi üstü simsiyah, içi kenarları suçlarla dolu. Baştanbaşa kötülüklerle suçlarla dolu. Kafirle dolu olan savaş yeri gibi.
Elbette pis ve veballe dolu olan öyle bir defter, sağlam gelmez sol yandan gelir. Peki, o halde burada da defterine bak, sol eline mi yaraşır sağ eline mi? Dükkanda bir tek sol ayak mesti, bir tek de sol ayak ayakkabısı bulunsa sınamadan onların sol olduğunu anlarsın. Sen de mademki sağ değilsin, bil ki solsun. Aslanla maymunun sesi anlaşılır.
Fakat gülü güzelleştiren, ona güzel kokular veren Tanrının ihsanı, lütfu, her solu sağ yapar. Her solağa o, sağlık verir. Denize duru suyu o ihsan eder. Onun tapısında soldan sağ ol da onun lütuf ve ihsanlarını gör.
Reva görür müsün şu bayağı defter, soldan sağa geçsin? Sen söyle. Zulüm ve cefalarla dolu olan böyle bir defter, nasıl olur da sağ ele layık olur?
Ey Eyaz, bir çarık parçasına şu sevgi nedir? neden bir put gibi ona aşıksın? Mecnun gibi kendi Leyla’dan yüzünü çevirmişsin de bir çarığı kendine din, iman edinmişsin. İki eski çarığa niceye kadar bir taze sözler söyleyecek, cansız bir şeye ezeli sırrı açacaksın?
Ey Eyaz, Araplar gibi sevginden çöllerde kalan çadır yerlerine, oralardaki döküntülere uzun, uzun hitap ediyorsun. Çarığın göçüp giden hangi sevgiliden kalma? Pöstekin, sanki Yusuf’un gömleği. Hıristiyan gibi hani, gider de keşişe bire yıllık sucunu, yaptığı zinaları, kalbinden geçirdiği kötülükleri sayıp döker.
Keşiş, suçunu bağışladı mı, onun affını Tanrı affı bilir. Halbuki o papaz, ne suç bilir, ne adalet. Ama aşk ve inanış pek kudretli bir sihirbazdır. Dostluk ve vehim, yüzlerce Yusuf yaratır. Büyü zaten Harun’la Marut’tan kalmadır.
İnsan, sevgilinin hatırası ile bir suret yaratır. O suretin çekişi, seni dedikoduya sevk eder. Suretin önüne varır, yüz binlerce sır dökersin, dostun dosta sır söylemesi gibi. Halbuki ortada ne bir suret vardır, ne bir heykel. Öyle olduğu halde ondan yüzlerce Elest duyulur, bundan yüzlerce Bela.
Nitekim gönlü yaralı bir ana da yeni ölmüş yavrusunun mezarına, candan yürekler sırlar söyler. O cansız toprak, ona diri görünür. O toprağı diri ve canlı sanır, o toprak yığınının gözü, kulağı vardır zannına kapılır. Onca toprağın her zerresi duyar, o coştu mu, feryadını işitir, anlar. O toprağı, adeta duyurur sanır. Şu büyücü aşka bak hele. Ana, çocuğunun mezarının toprağına anbean gözyaşları ile kapanır, yüzünü gözünü sürer.
Oğlu diriyken bile o canının canına, o can yavrusuna asla böyle yüzünü gözünü sürmemiştir. Fakat bu ölümden birkaç gün geçti mi sevgisinin ateşi yatışır. Ölüye karşı aşk ebedi olmaz ki. Sen, cana canlar katan diriyi sev.
Bu acı geçti mi o mezarın karşısında durmaktan yorgunluk gelir, uykusu gelir. Cansız bir şeyden ancak cansız bir şey doğar. Çünkü aşk, afsununu çalmış, gitmiştir. Ateş sönüverdi mi kül kalmıştır. Gencin aynada gördüğünü ihtiyar, tamamı ile kerpiçte görür.
Pir, senin aşkındır, sakalı da ak olan değil. Pir, yüz binlerce ümitsizin elinden tutandır. Aşk ayrılık aleminden suretler düzer. Fakat insan hakiki sevgili ile buluştu mu tasavvur bile edilmeyen tasvire bile sığmayan hakikat meydana çıkar da, der ki: Aklın ve akıllının da aslının aslı benim, sarhoşun da. Suretlerdeki o güzellik, bizim aksimizdir.
Şimdi perdeleri kaldırarak, güzelliğimizi vasıtasız gösterdik. Çünkü benim aksimle çok uğraştın, nihayet zatının tecrit kuvvetini buldun. Bu taraftan benim cezbem gelince Hıristiyan, arada papazı görmez. Halbuki o, papaz perdesinin ardındaki Tanrı lütfundan bağışlanmasını, o lütuftan cürüm ve hatanın yarlıganmasını diler.
Bir taştan bir kaynak çıkıp aksa taş, artık o akar suyun içinde gizli kalır. Ondan sonra artık kimse ona taş demez. Çünkü o taştan o inci çıkıp akmaktadır. Bu suretleri kaseler bil. Bu kaselere, Hak ne dökerse o dolar.
Eyaz, çarığın sırrı nedir? söyle. Bir çarığa bu kadar niyazın nedir? söyle de Sunkur’la arkadaşın Bekbaruk duysun, pösteki ile çarığın sırrının sırrını anlasın.
Eyaz kulluk senden nurlandı. Nurun, aşağılık alemden kurtuldu gökyüzüne yüceldi. Senin yüzünden kulluk, hür kişilerin hasret çektikleri bir şey oldu. Sen, kulluğa hayat vereli hürler bile kulluğa özenir oldular. İnanmış adam ona derler ki her hususta kafir bile onun imanına haset etsin, özensin.
Bu söz, hadde hesaba sığmaz... Ey Eyaz, sen şimdi ahvalini söyle. Senin ahvalin, bir yenilik madeninden meydana gelmede. Sen bu hallere nasıl razı olabilirsin ki? Hadi, o güzel hallerini anlat da şu beş duyguyla altı cihet ahvalinin başına toprak saç. İç ahvali söze gelmiyorsa sana ait tek ve çift perdesi altında dış halini söyleyeyim.
Bil ki sevgilinin lütfu ile ölümün acılıkları bile cana şeker kamışından daha hoş gelmede. O tatlı nebattan denize bir toz uçsa denizin tuzluluğu kalmaz, baştanbaşa tatlılaşır.
Ey emniyetli dost, bunun gibi yüz binlerce haller gelir, sonra yine geldiği gibi gayb alemine gider.
Her günün hali, düne benzer. Ahval ırmak gibi akar durur, onu bağlayacak hiç bir şey yoktur. Her günün neşesi, bir başka çeşittir. Her günün düşüncesinde bir başka eser vardır.
Ey doğru özlü, daima yalvarıp yakarmada olan Eyaz, doğruluğun denizden de artıktır, dağdan da. Ne istek zamanı bir hataya düşüyorsun, dağ gibi aklın saman gibi uçuyor. Ne öfke ve kin zamanı sabrın gevşeyip karar ve sebatını terk ediyor.
Erlik budur işte. Yoksa adam, sakalla, aletle adam olmaz. Öyle olsaydı eşeğin aleti erlerin padişahı olurdu. Tanrı Kuran’da kimlere er dedi? Nerede bu beden oraya varacak? Babacığım hayvan ruhunun ne değeri var? Kasapların pazarından geç de gör. Yüz binlerce baş, gövde üstüne konmuştur. Değerlerini yağdan kuyruktan kıyas et.
Orospu olur ki aletin dönüp dolaşması yüzünden aklı fareye döner, şehveti aslana.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder